Eda Yılmayan
“BAŞKALARININ TANRISI HEPİMİZİN HİKÂYESİ
Mine Söğüt son yayımlanan ‘Başkalarının Tanrısı’ kitabında sokakta yaşayan, yanlarından geçip gittiğimiz, görmediğimiz, işin aslı görmek istemediğimiz insanların hikâyelerini anlatıyor. Efsun Abla, Şair Musa, bedenini satarak var olmaya çalışan Hülya, unutmak istediklerini, geçmişini arkasında bırakan hafızasını yitiren Adnan ve çöplükte bulunan bir bebek, Matruşka. Birbirlerine sığınan, yaralarını sarmaya çalışan insanların öyküleri kendimize de dönüp bakmamızı sağlıyor. Söğüt kitabıyla ilgili “Biraz o insanların hikâyeleri ama biraz da bizim hikâyemiz. Sanırım en çok ben kendi hikâyemi anlatmak istedim” diyor. Kitabının kendisi için olduğu kadar okur için de bir yüzleşme çağrısı olduğunu belirten Mine Söğüt’le tanrının neden onların değil de başkalarının tanrısı olduğunu, yarattığı karakterleri konuştuk.
Sokakta karşılaşabileceğimiz insanların hikâyelerini anlatıyorsunuz. Biri sevdiği adam onu başka erkeklere satmaya başlayınca çözümü bacaklarını kesmekte bulan bir kadın, adı gibi efsunlu, Efsun Abla. Diğeri geçmişini unutmuş sadece bugünü yaşayan, kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmeyen biri; Adnan Abi. Bir başka karakter bedenini satarak var olan Hülya. Diğeri ise evini, düzenini, işini, ailesini bırakıp özgürlüğü sokakta arayan bir şair ve daha sonra bu karakterlerin yaşamına giren çöpte buldukları bir bebek, Matruşka… Neden bu insanların hikâyelerini anlatmak istediniz?
Biraz o insanların hikâyeleri ama biraz da bizim hikâyemiz bu. Sanırım en çok ben kendi hikâyemi anlatmak istedim. Kilit bir cümlesi var kitabın. Kitap aslında o cümle üzerine kuruldu. Yanından geçip gittiğimiz ve görmezden geldiğimiz hayatlar nedir? Yanlarından geçiyoruz o kadar yakınız, onlarla birlikte aynı hayatı yaşıyoruz ama bambaşka bir yerden yaşıyoruz. Kendi hayatımızı olumlamamız için de onları görmememiz gerekiyor. Bunu benim üzerine çok düşündüğüm, dertlendiğim bir mesele. Hem hayatı hem insanı sanki buradan çözebilirmişim gibi düşünüyorum. O yüzden bu roman sokaktaki insanları anlatıyor ama daha çok bizleri, evdekileri anlatıyor.
Kendi gerçekliğimizle de yüzleşiyoruz değil mi?
Bu bir yüzleşme çağrısı. Bu çok kolay bir şey değil. Sadece bir hikâyeyle ya da sadece onlara bakmakla, onların ağır, gerçek olan hayatını kurgu romanla yaratmakla yüzleşmiyorsunuz. Ahlâk, gerçekler, politikalar, insanlık üzerine yeniden düşünüp çok soru sormanız gerekiyor. Bu sadece bir çağrı, kendim için de yaptığım bir çağrı.
Kitabın adı da manidar. ‘Başkalarının Tanrısı’. Tanrı neden başkalarının tanrısı da onların değil?
Tanrı kavramı benim için önemli bir kavram. İnsan en iyi yarattığı, hayal ettiği o tanrısal dünyada tarif ediyor. Kendi gerçeğinden yola çıkarak yarattığı tanrı kendi gerçekliğindeki negatifin bir yansıması aslında. Neden tanrısal bir dünya yaratıyor ve o dünyaya hiç benzemeyen o dünyada olumlanan her şeyin aksi bir hayatı yaşıyor? Demek ki kendinden memnun değil. Yarattığı, inandığı tanrı da gerçek değil! Bütün yazdığım metinlerde tanrı inancına farklı yerlerden bakmaya ve insan gerçekliğiyle tanrı hayalinin örtüştüğü ve ayrıştığı yerlerde sorular sormaya çalışıyorum. Bu da başkalarının tanrısı. Çünkü yarattığımız tanrı bizim yarattığımız hikâyeyi yaşatmıyor. Bizim tanrımız gibi değil. Demek ki bir başkasının tanrısı. Fakat bir başkası da aslında biziz. Onun yarattığı pozitif yerde de isteklerimiz ve yapabileceklerimiz var. Bunları istemiyoruz ve yapmıyoruz. Tanrının hem bize ait olması hem de hiçbir yere ait olmaması üzerine. Biz hepimiz bir diğerinin tanrısıyız ve herkes de bizim tanrımız. Kuralları, ahlaki değerleri belirlememiz ve bunlara uymamamız, bunlara dair bir dünya kurmamamız, tanrının kimin olduğu ve tanrının ne olduğu tartışmasına bakmamız açısından verimli bir açı.
Oluşturduğunuz karakterlerle kendimize dönüp bakmamızı sağlıyorsunuz. Onları gerçekten görmek mi istemiyoruz? Bu içinde bulunduğumuz toplumsal düzen, sistem tarafından dayatılan bir şey mi?
Tabi kesinlikle sistemin bize öğrettiği ve bize izin verdiği alanda bu kopukluğu yaşıyoruz. O sistem tanrısal bir güçle bize dayatılmış bir şey değil. Biz ne yaparsak bu dünyada o oluyor. Bireysel olarak kurtulmak sorumluluktan uzak durmak kolay olduğu için bir biz bir de bir sistem varmış gibi düşünüyoruz. Bireyin içindeki sistem bile aslında itiraz ettiğimiz dışarıdaki sistemin modellemesi. Bununla yüzleşmek için sistemin ne olduğunu ve hangi şartlarda hoyrat düzeni kurup işletebildiğini sorgulamamız gerekiyor. Dolayısıyla dönüp dolaşıp bizim birey olarak ne yaptığımıza dayanıyor. Genelde bağ kurmaktan kaçınıyoruz. Sistemin büyük, karmaşık ve kötücül yapısıyla bizim içimizdeki yapı arasında bağ var, birbirimizden besleniyoruz. Sistem deyip geçtiğimiz için hayatın kötü yanları süreklilik kazanabiliyor.
“Kimin kim olduğuna önem veren bu dünyanın kimseye önem vermemesi üzerine düşünmeye başladığımız anda her şeyin altüst olacağını bildiğimizden olsa gerek, hiçbirimiz gerçekten kim olduğumuzun peşine düşmüyoruz. Sadece hayali bir tanrının kulu olduğunu sanmak yetiyor insana” diyorsunuz. O halde bu kitap insanın kimlik arayışının da hikâyesi olarak okunabilir mi?
İnsanları çeşitli yerlerden bakıp birbirinden ayırabiliriz. Bu dünyaya savaşmak ve bu dünyayı anlamak için gelenler diye bir ayrım yapabiliriz. Her ikisi de acı çekiyor ama başka başka acılar çekiyorlar. Kendi sorumluluğumuzu ve yerimizi belirlemek için bunu düşünmemiz gerekiyor. Biz kimiz ve neden buradayız? Tabi felsefenin temel sorusu insanlığın da temel sorusu. Buna bulacağımız cevaplar da tehlikeli. Kestirme kimliklerle bunları yanıtladığımızda tıpkı inanç gibi hızlı varılan, çabuk alınan kimliklerinde kolaylaştırıcılığı var ama riskleri çok fazla. Kimlik meselesi çok önemli. Biz kimiz sorusunu sormalıyız yoksa bu soruyu nereden sormalıyız. Bunun da soruşturması bu kitap.
Şair Musa evi ailesi olan bir karakter. Her gün gitmesi gereken bir işi var. Pek çoğumuza daha yakın. O aslında kitabı okuyanları daha çok şaşırtan bir karakter olabilir. Cesur. Çünkü yaşamını bırakıp başka bir hayatın içine giriyor ya da bunu hayal ediyor. “Her şeyi terk ediyorum. O hayatı terk ediyorum. Kendimi terk ediyorum” diyor. “Artık bir gökdelenin 35. katında çalışmıyorum, şehrin dibindeyim, sur kapısında dikiliyorum” diye ifade ediyor özgürlüğünü. Kendini terk etmekle şair neyi kastediyor?
Burada da acaba daha cesaret isteyen şey size dayatılan kimliklerle bir evin, ailenin içinde rolünüzü oynamak mı? Nerenin güvenli, güvensiz olduğunu tarif ederken büyük yanılgılara da düşebiliriz. Bazı ev içleri sokaktan daha tehlikelidir. Bazı evlerin ve bazı sokakların ya da şartların güvenliği üzerine yeniden düşünmemiz gerekir. Cesaret isteyen şey; belki de böyle bir düzen de çocuk yapıp korkunç bir tüketiciye dönüşmektir. Bir güven duygusu kazanmak için sigorta şirketlerine paralar ödeyen bir insan daha mı güvenlidir? Cesaretin ne olduğunu soruşturan bir metin yazmaya çalıştım.
“GERÇEKLERİ GÖRÜR AMA SÖYLEMEYİZ”
Efsun Abla karakteri aslında başlı başına bir kitap olabilir. Şairin ifadesiyle şehir gibi bakan bir kadın Efsun. Yaşadıkları durumu “Şehir tükürüyor” bizi diye anlatıyor. Hayalci, hayata iyi tarafından bakıyor. Ama bir o kadar da gözü kara. Sevdiği adam onu başka erkeklere satmak isteyince hiç düşünmeden bacaklarını kesiyor. “Değmezdi o iki bacakla yaşamaya” diyor. Sevdiği adamın onu daha çok sahipleneceğini düşünürken kapı dışarı ediliyor. Nasıl bir karakter Efsun?
Çok sert bir karakter, çok da alaycı. Ciddi meselelerin içinden alaycılığıyla çıkmış. Hayatı ciddiye almayarak başka bir ciddiyet ve samimiyet kurmuş bir kadın. Ben çok seviyorum Efsun karakterini. Daha cesur hatta evini, düzenini terk eden Musa’dan daha cesur. Çünkü kendini hiçbir normun içinde tanımlamıyor. Yapılmaması gereken her şeyi yapıyor. Söylenmemesi gereken her şeyi söylüyor. Özellikle kutsal kitapla yüzleşmesinde söyledikleri, Matruşka’ya verdiği öğütler hepimizin bildiği ama dile getirmediği şeyler. Biz gerçekleri görür ama söylemeyiz. Özellikle çocukları korumak için yaptığımızı düşünürüz. Onlara daha çok zarar veririz. En sağlıksız zihin gibi görünen Efsun Abla belki de hepimizden, biz okurlardan, benden daha mantıklı, daha gerçek ve cesur bir karakter.
Efsun Abla ayrı bir kitap olur mu?
Artık olmaz. O misyonunu tamamlamış bir karakter. Başka birinin dilinde aklında başka bir karakter olabilecek donanıma sahip bir kadın.
Kitabınızda çöplükte buldukları bir bebek de var. Bu bebeğe bir kimlik çıkartmak gerekiyor. Kimliksiz olmasına razı gelmiyorlar. Adını Matruşka koyuyorlar. Neden Matruşka? Bu insan öyküleri içinde bir bebek bize neyi anlatıyor?
Matruşka gerçekten bir şeyleri temsil eden, okurun bir duygusunu, fikrini harekete geçiren bir karakter olsun istiyorum. Ama bir bebek olması, kimsesiz, bir kimliğe sahip olmaması aslından bütün bebeklerin tertemiz bir sayfa gibi hayatımıza gelen, hepimizin bebekliğinin temsilcisi. Biz kendimizi daha çok şairle sistemin içinde ve o sistemden yakınan bir karakter olarak yakın hissediyoruz ama hepimizin şairle kurduğu bağ başka olabilir. Ama hepimizin o bebekle güçlü bir bağı var. Kimliksiz doğuyoruz. Matruşka hepimizi, geçmişimizi hem de doğacak olan ya da henüz yeni doğmuş tüm bebekleri, bütün insanları kapsayan bir sıfır noktası gibi. Bu sıfır noktasına her okur başka anlamlar çıkarabilir.
Hafızasını kaybeden Adnan’la şehrin hafızasını kaybetmesi arasında nasıl bir paralellik var?
Hafızaya ne yüklediğimiz çok önemli. Hafızamıza yüklediklerimizi ayıklıyoruz. İnsanı ve kendimizi anlamamız için önemli hafıza. O bellek yaşıyor. Biz neyi hatırlamak neyi unutmak istiyoruz? Adnan karakteri bunu da sorguluyor. Hatırlamıyor ama Adnan gerçekten mi hatırlamıyor? Mesele adalet konusunda unutmak istediği bir geçmişi var. Unutmayı da tercih etmiş olabilir. Resmi hafızanın aslında toplumsal hafızanın da benzer oyunlar oynadığını düşünüyorum. Masalları düşünün. Toplumların en az kopukluk yaşayan hafızası. Devletlerin, sistemlerin organize olarak kaydettiği bir de gayrı resmi hafıza var. Güzellik, adalet, güç hikâyelerini hatırlayalım. Masallar da çok naif ve faydalı ahlaki bir hafıza aktarmıyorlar. Aynı değerleri aktarıyorlar. İnsanın güçle, iktidarla ilişkisini nerede kurduğunun ipuçlarını taşıyorlar.
Bir de bu bebeğin gerçeklerle büyütülmesi mevzusu var. Sanırım üzerine en çok düşündüğüm bölüm bu oldu. Dünyanın tüm kötülüklerini ona öğretmeye niyetliler. “Kandırırlar çocukları Matruşka, kıymetini bil” diyor Efsun. Aslında çocukları korumaya çalışırken onları korunaksız mı bırakıyoruz?
Çocuklardan gerçeği saklamak daha korkunç değil mi? Çocuğa söylemeseniz de büyürken öğreniyor. Dışardaki sistemin gücünü artıyorsunuz söylemeyerek. Bunu çocuğuma anlatmak fikri oluştuğunda bu düzeni değiştirmeliyim fikri oluşur. Çocuğumuzu iyi bir okula göndermek için verdiğimiz çaba bile eğitimin paralı olmasını sağlıyor, oraya çocuk yetiştiriyoruz. O sistemde yetişmiş bir çocuktan eğitimin, sağlığın kamusal olması gerektiğini düşünecek doneleri elinden alıyoruz, bunlar büyük problemler. Gerçekleri saklamak gerçeklerle yüzleşmekten daha büyük zarar veriyor diye düşündüğümüzde bizim de gerçeklikle ilgili fikrimiz değişecektir.
“METNİN LOKOMOTİFİ EFSUN ABLA”
Yazarken okuyucunun en çok etkileneceğini düşündüğünüz karakter hangisi oldu ya da sizi en çok etkileyen karakter hangisi oldu?
Bu kitap kısacak bir hikâyeydi. Şair Musa ve Efsun vardı. Şairi kendine çeken, efsunlayan Efsun Abla parıldırıyordu hikâyede. Oradan yola çıkarak hikâye kuruldu. Metnin lokomotifi Efsun Abla. Kendi şairliğiyle, şiirsel dünyasıyla diğer kahramanların da felsefi ve şiirsel sözler söylemesine olanak sağlayan Şair Musa da kıymetli bir karakter. Onun dünyasından bakılarak onun dili kullanılarak kurgulanan bir metin ve müthiş alanlar açtı bana. Diğer karakterlerin bünyelerinde hiç barınmayacak felsefi düşünceleri, şiirsel dili kullanmasına olanak veren kilit bir karakter.
Tüm bu hikâye yoksa Musa’nın gördüğünü bir düş müydü?
İlk başta öyle görünüyor. Musa’nın bir düşü ki sonunu söylemeyelim kitabın ama bunu düşündürecek bir hikâye. Bunun gerçek mi olduğu düş mü olduğu değil, hikâyenin bize düşündürdükleri önemli. Niye böyle bir düşü vardı ve biz niye bu düşle bağ kurabildik? Gerçek veya düş olmasının bilmecesini çözmektense bununla nasıl hızlıca bağ kurduğumuzu düşünmek belki de romanın asıl meselesi.
ÇOCUK KİTAPLARI
BİR AĞAÇ OL!
Maria Gianferrari
Çevirmen: Göyçen Gülce Karagöz
Koç Üniversitesi Yayınları
Şiirsel anlatımıyla, yazar Maria Gianferrari ve çizer Felicita Sala, bizi doğanın en büyük yaratımlarından biri olan ağaçlara benzetiyor. Ağaçlar, daha iyi insanlar olmamız için bize ilham veriyor. Dimdik dur. Dallarını güneşe uzat. Bir ağaç ol! Hepimiz ağaçlar gibiyiz: Omurgamız, gövde; derimiz, kabuk; kalplerimiz ise öz odunu gibi. Bize güç verir ve bizi destekler. Ağaçlar da insanlar gibi sosyal varlıklardır. Bilgi yaymak için kendilerince “konuşurlar”; besinleri ve kaynakları paylaşırlar. Birbirlerine sığınak olur ve birbirlerini korurlar. Birlikte dayanışma ile daha güçlüdürler.
MEVSİMLERE GÜZELLEME
Arslan Sayman, Sara Şahinkanat
Resimleyen: Deniz Üçbaşaran
Yapı Kredi Yayınları
Her ayın, her mevsimin kendine özgü güzelliklerinin neşeli bir dille anlatıldığı “Mevsimlere Güzelleme”, Deniz Üçbaşaran’ın resimleriyle ayrı bir renk ve neşeye bürünüyor. Arslan Sayman’ın “Hezarfen’in İzinde… Gökyüzünde”, “Mevsimlere Güzelleme”, “Balaban ile Şakrak – Bir Kuş Yuvası Masalı”, “Piri Reis’le Açık Denizde”, “Bruni’nin Avlusu”, “Barba ile Rabarba”, “Kırmızı Kuş”, “Şarkı Söyleyen Berber”, Engin Mavi” kitapları da YKY’den çıktı. Sara Şahinkanat’ın ise “Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor”, “Maymun Kral” (Feridun Oral ile birlikte), “Beyoğlu Macerası – Bilgi Avcıları Gizli Görevde”, “Üç Kedi Bir Dilek” kitapları YKY’den çıkmıştı. İki yazar bu sefer ‘Mevsimlere Güzelleme’ kitabında buluşuyor.
NEYDİN N’OLDUK AİLESİ
Neslihan Acu
Günışığı Yayınları
Lüks bir hayat yaşayan Gümüşsoy Ailesi’nin babası Engin Bey tekstil işiyle uğraşıyordu. Anne Seval Hanım ve büyük kızı Burcu’nun tüketim ve kibir dolu yaşamı; kredi kartları, arabalar, lüks ev, mücevherler, özel okullar ve pahalı yurtdışı seyahatleri… Bir gün hepsi bitti. Kaçmak zorundaydılar. Hayatlarında ilk kez bir köyde yaşayacaklardı ve yanlarında götürdükleri tek şey, kentli alışkanlıklarıydı. ‘Neydik N’Olduk’ kitabı doğanın içinde, ağaçlara, toprağa tutunma hikâyesi.
Çok Satan Kitaplar
1. Atomik Alışkanlıklar, James Clear
2. Kaplanın Sırtında, Zülfü Livaneli
3. Kızıl Veba, Jack London
4. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig
5. Ne İçin Varsan Onun İçin Yaşa, Hikmet Anıl Öztekin
HAFTANIN KİTAPLARI
KORKUNUN KRALLIĞI
Attilâ İlhan
İş Bankası Kültür Yayınları
Bu kitapta okuyacağınız şiirler, bu ülkenin kocaman bir “Korku Krallığı”na dönüştüğü 12 Eylül döneminde yazılmış ve o dönemin baskıcı, her türlü özgürlüğü yok eden, sindirici ortamını anlatıyor. Sirenler çalıyor mısralarında; zincir şakırtıları kol geziyor, sokaklardan kan sızıyor, bir insan ağlıyor bazen, bir kadın acıdan sarhoş oluyor…
BAY CADMUS
Peter Ackroyd
Yapı Kredi Yayınları
İngiliz kasabası Küçük Camborne’da, birbirine yakın evlerde yaşayan Bayan Finch ve Bayan Swallow geçmişteki suçlarını, pişmanlıklarını geride bırakmış, sakin bir hayat sürmektedir. Bir gün evlerinin arasındaki boş eve Theodore Cadmus adında, kimsenin bilmediği Akdeniz adasından gelen bir yabancı taşınır ve kendilerini güvende hissettikleri rutin hayatları yavaş yavaş bozulur. Bay Cadmus’un gelişi sadece onların hayatını değil kasabadaki hayatı da etkiler. Uzun zamandır konuşulmayan sırlar, biriktirilmiş kinler açığa çıkar. Bununla da kalmaz, kendi halinde bir kasaba olan Küçük Camborne’da suç işlenmeye başlar.
JÖN TÜRK DÖNEMİ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
İletişim Yayınları
Japon araştırmacı Arai, Cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliğinin önünü açan Meşrutiyet dönemi milliyetçilik akımını inceliyor. Türk milliyetçiliğinin hep laikleşme-Batılılaşma çizgisinde olmadığını, başlangıçta İslamlaşma-‘muasırlaşma’ çizgisinin baskın olduğunu saptıyor. Batılı olmayan ülkelerin çağdaşlaşma tarihine Batı standartlarıyla yaklaşmanın uygunsuzluğunu savunan Arai, bu savına uygun bir özgün kuramsal yaklaşım örneği sunuyor.
ESKİ ZAMAN KADINLARI ARASINDA
Nahid Sırrı Örik
Everest Yayınları
20. yüzyıl edebiyatının en önde gelen yazarlarından Nahid Sırrı Örik, ‘Eski Zaman Kadınları Arasında’ kitabında; ailesindeki üç kuşak kadınları ve onların hayatına ortak olmuş yakınlarını anlatıyor. Tarih, roman, hatıra arasında gezinen bu anlatıda Örik; gençlikleri, evlilikleri, ayrılıkları, hayal kırıklıkları, korkuları ve sevinçleriyle kadınlar arasında yıllar boyu aktarılan çok parçalı uzun bir hikâyeyi, içeriden bir bakışla yazıya döküyor. Eski Zaman Kadınları Arasında, aynı zamanda, 1800’lü yıllardan 1900’lü yılların başlarına kadar hem bir ailenin hem de toplumun dönüşümüne dair, Sevim Burak’ın tabiriyle “Bir hazine! Bir define!”dir. Bu define, titiz bir çalışma ve Selim İleri’nin sunuşuyla okurla buluşuyor.