Menekşe Tokyay
Avrupa’ya Yasadışı Göç:İnsan Hakları mı Güvenlikleştirme mi?
Siyasi ve kültürel repertuarın güvenlik ekseninde şekillendiği bugünlerde, yasadışı göçle mücadelede çıkış yolu olarak ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve ötekileştirmeden medet umulmaması gerekiyor. Sınırlarınızın dışında tutmak için çırpındığınız mülteciyi tehdit olarak görmemenin yolu, onu tanıyıp entegre etmekten geçer. Bu da benzer süreçlerden geçmiş ülkelerin ortak akıl geliştirmesiyle, daha fazla sorumluluk ve yükün paylaşılmasıyla mümkün olabilir.
Avrupa ülkelerinde bir süredir sığınmacılar meselesi insan hakları çerçevesinden çıkarılarak güvenlikleştiriliyor. Kafka’yı her gün yeniden anarcasına “sahteliğin tüm zamanların rekorunu kırdığı bir devirde” yaşıyoruz.
Bir yandan mültecilerin insan hakları üzerinden çekilen nutuklar, başka bir evrende para ve siyasi prestij karşılığı offshore hesap misali başka bir kıtaya gönderilen mültecilerin üzerinden yaşanan “pinpon” diplomasisine yerini bırakıyor.
Son olarak İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) “mültecilerin, oradaki sığınma başvurularında adil ve etkili bir yasal desteğe erişemeyeceği” yönündeki değerlendirmesine rağmen ülkeye yasadışı yollardan giren sığınmacıları, kendisinden 10 bin kilometre ötedeki Doğu Afrika ülkesi Ruanda’ya sınır dışı etme konusundaki kararlılığı manşetlere yansıdı.
14 Haziran’da yapılması planlanan ilk Ruanda uçuşu, uçakta bulunan Irak vatandaşı bir göçmenin başvurusunu değerlendiren AİHM’nin kararı dolayısıyla belirsiz bir tarihe ertelendi. Birleşik Krallık İçişleri Bakanı Priti Patel ise “Doğru şeyi yapmamız engellenemeyecek. Kendi sınırlarımızı denetleme hakkımız olmamasını kabul etmiyoruz” diyerek bu konudaki kararlılığını vurguladı.
Bu girişime yasal temel oluşturmak adına iki ülke Nisan ayında “İltica Ortaklık Anlaşması” imzalamıştı. Buna göre, sığınmacılara Ruanda’da en az beş yıl kalma hakkı veriliyor.
Benzer şekilde geçtiğimiz sene Ruanda’yla bir çerçeve anlaşma imzalayan Danimarka da ülkedeki mültecileri oraya göndermeyi planlıyordu. Sınır dışı edilen mültecileri kabul eden Ruanda, bu süreçten hem maddi hem de siyasi kazanım elde ediyor.
Geçtiğimiz günlerde ise, Fas’ta bulunan 20 kilometrekarelik İspanya toprağı Melilla kentine girip Avrupa Birliği’nden (AB) sığınma talebi bulunmak üzere kentin etrafındaki demir telleri ve barikatları aşan yaklaşık 2.000 Afrikalı mülteciye insan haklarını ihlal eden uygulamalarla karşılık verildi. Yapılan müdahale ve izdiham sonucu onlarca mülteci hayatını kaybetti.
İspanya da sınırlarını yasadışı göç karşısında korumayı bir güvenlik önceliği olarak görüyor. Dolayısıyla her gün insan hakkı ihlali perspektifinden yenileri eklenen örnekler ışığında göçün insani boyutları ikinci plana düşmüş durumda. Milliyetçi dalga ve göçmen-karşıtı duyguların siyasi partilerin oy potansiyeli üzerindeki izdüşümleri belirleyici oluyor.
Sınır Dışında Tutma
Göç ve iltica konularının dışsallaştırılması ve radikal politikalara başvurulması yeni bir eğilim değil. Avustralya 1990’lı yıllardan beri mültecileri Papua Yeni Gine ya da Güney Pasifik’teki Nauru Adası’nda kurulan kamplarda tutuyor. AB ile Türkiye arasında 2015 yılında yürürlüğe giren Mülteci Mutabakatı çerçevesinde ise, maddi destek karşılığında mültecileri AB sınırları dışında tutma sorumluluğu Türkiye’ye yüklenmişti.
Benzer şekilde, Yunanistan’ın Ege Denizi üzerinden Avrupa’ya doğru ilerlemek isteyen mülteci botlarını batırarak geri püskürtmesi, Ukrayna sınırını geçen Afrikalılara yönelik ırkçılık ve Polonya sınırını geçmeye çalışan mültecilere güvenlik güçlerinin sınırda müdahale ettiği görüntüler de halen belleklerimizde canlı.
Dünyanın en büyük üçüncü ve Afrika’nın en büyük mülteci popülasyonuna sahip olan Uganda’da da Avrupa ülkelerinden gönderilenler ağırlıkta olmak üzere 1,5 milyon mülteci var. Ülkede çalışma ve hareket özgürlüğü tanınan mülteciler karşısında Uganda da anlaşma imzaladığı ülkelerden stratejik kazanımlar elde etti.
Engelleme ve Dışsallaştırma
Geçtiğimiz sene ülkeye giren 35 bin “yasadışı” göçmen karşısında fırtınalar estiren Birleşik Krallık’taki son girişimler ise, Avrupa’nın göç politikasında yeni bir sayfanın açılmakta olduğunu gösteriyor: Engelleme ve dışsallaştırma. Zira kimi Yemen ve Suriye’deki çatışmalardan, kimi Mısır’daki işsizlikten, kimisi Çad’daki şiddetten, bir kısmı da Eritre’deki yoksulluk ve otoriterlikten kaçan mültecilerin sayısı da artıyor.
Öte yandan bir önceki sene Birleşik Krallık’a yasadışı yollardan giren mülteci sayısı 8.404 idi. Dolayısıyla bir yıl içerisinde dört kata yakın bir artış söz konusu. Sınırlar üzerinde yeniden denetim sağlanması ise Brexit’in savunucularının temel vaatlerinden biriydi. Birleşik Krallık şayet AB üyesi olsaydı, ortak sınırların geçirgenliğinden dolayı mülteci ve sığınmacı yasasında bu denli kapsamlı bir yeniden yapılandırma da pek mümkün olmayacaktı.
Bununla birlikte, Afrikalı olmayan bir sığınmacının tek yönlü bir biletle gönderildiği Ruanda gibi bir ülkeye entegrasyon sağlamasının zorlu olacağı da aşikâr. Küçük ancak yoğun bir nüfus yerleşimine sahip Doğu Afrika ülkesinde arazilerin kıt bir kaynak olduğu, nüfusun yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve yakın geçmişte ciddi etnik gerilimlerin vuku bulduğu ve 1994 yılında soykırım sonucu 800 bin kişinin öldürüldüğü düşünüldüğünde, mültecilerin bu şekilde dışsallaştırılmasının Afrika kıtasında güvenlik sorunlarını ve yeni gerilim kaynaklarını besleyeceğini görmemek için bilinçli bir körlüğü tercih etmek gerekiyor. Ruanda’ya yerleştirilen mültecilerle uluslararası medyanın gerçekleştirdiği röportajlarda, bu kişilerin yoksulluğa terk edildiği; yeterli barınma, yiyecek ve tıbbi hizmetlere erişemedikleri vurgulanıyor.
1951 Uluslararası Mülteci Sözleşmesi de sığınma talebinde bulunanların sığınacakları ülkeyi seçme hakkı olduğunu bas bas bağırıyor. Ayrıca, bir mülteci, ancak üçüncü ülkeyle herhangi bir bağlantısı varsa oraya gönderilebilir; yanlarında ebeveyni olmayan çocuklar, kırılgan gruplardan kişiler ve Birleşik Krallık’ta aile fertleri olanların Ruanda’ya gönderilmesi de uluslararası hukuka aykırılık teşkil ediyor. Öte yandan, sınır kontrolleri ve offshore yöntemlerin mülteciler üzerinde çok büyük bir caydırıcılık etkisi göstermesini beklemek de mümkün değil. Ruanda’yla olan anlaşmaya rağmen halen Birleşik Krallık’a mülteci akını devam ediyor. Yeni politika 14 Nisan’da açıklandı. 18 Nisan ila 5 Haziran arasında, Birleşik Krallık’a yaklaşık 3.599 sığınmacı yasadışı yollardan ulaştı. Bir önceki yılın aynı döneminde bu rakam 4.554 idi.
Para Karşılığı Kabul
Mültecileri para karşılığı kabul eden ülkelerin durumu da aslında iki ucu sivri değnek. Tıpkı Hayvan Çiftliği kitabında George Orwell’in dediği gibi; “Her şey göründüğü gibi olsaydı, eline aldığın deniz suyu mavi olurdu.” Mültecileri para karşılığı kabul eden ülkelerin ekonomisi, gelen yardımların artışıyla güçlenirken, mülteciler ile ev sahibi topluluk arasındaki gerilim günbegün artıyor.
Mültecileri “gönüllü gidiş” planına dahil ederek Ruanda’ya gitme seçeneği sunan İsrail ile benzer bir anlaşmayı imzalayan, Danimarka ile istişarelerini sürdüren Ruanda, demokrasi kriterlerinde giderek gerilese de bu durumu “tolere edilen” bir ülke. Sığınma taleplerinin idaresini “offshore” bir çerçeveye yerleştiren Batı’dan daha fazla fon gelecek diye mültecileri kabul ediyor ve pragmatik yaklaşımlar peşindeki Batı için güvenilir bir ortak olarak pozisyonunu konsolide ediyor.
Benzer durum Türkiye ve Fas gibi mülteci yönetiminde Avrupa’ya “tampon/çeper ülke” desteği veren, karşılığında maddi yardım ve siyasi tavizler elde eden ülkeler için de geçerli.
Ayrıca üçüncü ülkelere sınır dışı edilen mültecilerin insan kaçakçılığına daha açık olduğu, bu alanda çalışan uzmanların üzerinde ısrarla durduğu bir risk. Zira gönderilen kişilerin gittikleri ülkede herhangi bir bağlantıları olmadığında, dahası gittikleri ülkeyi tanımadıklarında organ mafyasından insan kaçakçılarına dek birçok kirli ağın ortasında kendilerini bulmalarından endişe ediliyor.
Ortak Değerler mi Ulusal Çıkarlar mı?
Türkiye-AB arasındaki göç yönetimi ilişkileri de dahil olmak üzere Avrupa’nın bu son örnekler ışığında göç yönetiminde askerileştirme ve güvenlikleştirmeyi önceleyen medeniyetçi ve muhafazakâr bir anlayış içerisine girdiği düşünüldüğünde, benzer ırk, din ve kültürden gelen Ukraynalı komşulara kapılar ve yürekler sonuna kadar açılıyor, ancak ülkesindeki iç savaştan kaçan Afrikalı veya Suriyeli sığınmacılar ilk uçakla başka bir kıtaya gönderiliyor. Bu da “ortak değerler” mi “ulusal çıkarlar” mı, “küresel aktör” mü kendi içine kapalı “kale Avrupası mı” tartışmasını yaklaşık 20 yıldır gündemde tutuyor.
Bu süreçte dikkat edilmesi gereken temel çizgi ise, siyasi ve kültürel repertuarın güvenlik ekseninde şekillendiği bugünlerde, ırkçı söylemlerin hiçbir şekilde normalleştirilmemesi, yasadışı göçle mücadelede çıkış yolu olarak ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve ötekileştirmeden medet umulmaması.
Hayalci olmak yerine göç yönetimine dair uluslararası gerçeklikleri yakından takip etmenin vakti geldi. Bu özellikle Türkiye için geçerli. Bu açıdan, dünyanın en fazla mülteci popülasyonuna sahip bir ülke olarak 10 yıla yakın süredir edindiğimiz entegrasyon deneyimlerini Avrupa ülkeleriyle paylaşmaya dönük projeler geliştirmek ise hem bizim elimizi hem de mültecilerin geleceğini güçlendirir. Zira sınırlarınızın dışında tutmak için çırpındığınız mülteciyi tehdit olarak görmemenin yolu, onu tanıyıp entegre etmekten geçer. Bu da benzer süreçlerden geçmiş ülkelerin ortak akıl geliştirmesiyle, daha fazla sorumluluk ve yükün paylaşılmasıyla mümkün olabilir.
Gönüllü Dönüş Mümkün mü?
Öte yandan, Esad’la anlaşıp Suriyelileri geri göndermeye dönük vaatler ise şu an için sağlam bir zemine oturmuyor, zira gönüllü dönüşün hukuksal dayanakları henüz oluşmadı. Ayrıca Suriyeliler Barometresi başta olmak üzere birçok prestijli kamuoyu yoklamasında, Suriyelilerin yüzde 80’inin dönmek istemediği görülüyor. Çoğu hayatlarını burada kurgulamışlar; geri döndüklerinde bir hapishanede çürümek de istemiyorlar. Son 10 yılda Türkiye’de 750 binin üzerinde Suriyeli bebek doğdu. Bir o kadar da Türkiye’de okullarda eğitim alan Suriyeli öğrenci var. Sosyolojik açıdan gettolaşma eğilimi de cabası. Dolayısıyla geri dönmemeleri için yeterince dinamik söz konusu.
Ancak birkaç 10 bin mülteci için fırtınalar estiren Avrupa ülkelerine kıyasla 4 milyona dayanan Suriyeli mülteci popülasyonu karşısında Türkiye’de de tozpembe bir tablo olmaması doğal karşılanacak bir durum.
Mülteciler, ekonomi ve terörle mücadele uzun zamandır ülkenin gündemindeki üç temel konuyu oluşturuyor. İmar sürecinin ve çatışmaların sönümlenmesinin yıllar alacağı düşünüldüğünde, şu anda Türkiye’de yapılması gereken toplumun kaygılarını ciddiye alan bir yaklaşımı yaygınlaştırmak, uyum politikalarını yerel kodlara göre şekillendirmek.
Aksi takdirde, Zafer Partisi gibi popülizm ve ırkçı siyasetten beslenen küçük çaplı yeni siyasi formasyonlar, anaakım siyasetin merkezine yerleşebilir. Bu durumda toplumun işitilmeyen, yanıt bulunmayan hassasiyetlerine karşılık gelen siyasi vaatler, provokatif söylemlerin itici gücüyle yeni toplumsal krizleri tetikleyebilir.