Akim kalmış bir süreç; Türkiye laikliği…

Son zamanlarda sıkça tekrarlanmaya başlayan ve ritüel hâline gelen bir uygulama var. Herhangi bir siyasetçi veya bürokrat, bulunduğu meclisten Cumhurbaşkanı’nı telefonla arayarak konuşturmak suretiyle topluluğun tansiyonunu yükseltiyor. Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da bir etkinliğe katılan Ali Erbaş da bu akımdan etkilenmiş olacak ki, Sayın Cumhurbaşkanı’nı aradı. Cumhurbaşkanı da, - muhtemelen Yargıtay’ın yeni hizmet binasının dualı açılışına getirilen eleştirilere atıfla - Diyanet İşleri Başkanlığı çevresinde yaratılan bir spekülasyon olduğunu ifade etti. Eleştirilerin dayanağı açıkça ortada iken, kendileri bunda nasıl bir “saptırma” veya “spekülasyon(!)” gördüler bilemiyorum.
Üstüne vazife olmayan konularda yaptığı yersiz açıklamalar ile gündeme gelmek konusunda mahir bir “Diyanet İşleri Başkanı”mız var. Esasen; açıklamalarına temel teşkil eden konuların üstüne vazife olup olmadığı, yoruma açık bir şey de değil. Her ne kadar “ilkeleri ve prensipleri” AKP döneminde eğilip bükülmüş olsa da Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun, sınırları kanunlar ile çizilmiş olan ve başkanın hareket alanını belirleyen bir misyonu var. Buna rağmen siyasal iktidarın yarattığı elverişli koşullar, Ali Erbaş’ın başat karakteristiği olan “ön planda olma hevesi” ile birleştiğinde, kendisinin Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ile bağdaşmayan sevimsiz fikirleri ile en azından belli bir süre akıllarda kalacak bir “dönem figürü”ne dönüşmesine sebep oluyor.
Tabii bu dönem figürleri “Diyanet İşleri Başkanı” ile sınırlı değil, Ayasofya’nın sabık imamını veya yüz akımız olan “Kadın Voleybol Takımımız”ın kıyafetinden etkilenerek gerici açıklamalar yapan İhsan Şenocak gibilerini de bu kapsama dâhil edebiliriz. Elbette bu anlayış son yirmi yılda ortaya çıkmadı, daima vardı. Fakat özellikle son dönemde kendilerini ifade etme imkânını bulmuş olmaları ve üstelik bunu bürokrat ve akademisyen kimliklerini kullanarak yapıyor olmaları daha fazla dikkat çekmelerine ve isimlerinden söz ettirmelerine sebep oluyor.
Konuyu, salt Ali Erbaş veya benzerleri özelinde ele alarak alışılagelmiş bir AKP eleştirisine hapsetmek niyetinde değilim. Özellikle Türkiye gibi siyasetin rövanşist bir tutum ile icra edildiği bir coğrafyada, olası iktidar değişikliğinde kabuklarına çekileceklerini tahmin etmek hiç de zor değil. Bu durumda; görevi devredecekleri insanların da geçmişte olduğu gibi yeni siyasi iradenin şemsiyesi altında bir tavır takınacaklarını göreceğiz. Dolayısıyla meseleyi bir iktidar sorunu olarak değil de rejim sorunu olarak ele almak ve laiklik olgusu ekseninde değerlendirmek gerekiyor.
Dini esaslar ile yönetilen bir devletin izleri üstünde yükselen Cumhuriyet’in kurucu iradesi için kuşkusuz en cesur adımın “laiklik ilkesinin benimsenmesi” olduğunu söyleyebiliriz. Bu adım; şer-i esaslar ile yönetilen bir devlet modelinden, çağın gereği olarak rasyonel aklın yönettiği bir hukuk devleti modeline geçişin de en önemli kilometre taşlarından birisidir. Gerek toplumsal hassasiyetler, gerekse kuruluş sürecinde ulemanın desteğine duyulan ihtiyaç; “dinin kontrolünde devlet” anlayışının “devletin kontrolünde din” anlayışına evrilmesi ile sonuçlandı. Batı modeli laik bir hukuk devletinde, tüm inançlara eşit mesafede olunması ve toplumun kahir ekseriyetinin inancını temsilen bir devlet kurumuna da gerek duyulmaması beklenir. Daha somut ifade edecek olur isek “Meşihat” kurumunun varlığına gerek kalmaz. Elbette o günün dinamikleri açısından düşünmek, dönemi yargılamak ve bir kanaate varmak kolay değil. Ancak gelinen noktada, kurucu iradenin idealize ettiği modelin hayata geçirilemediğini ve bugün için bir “ütopya” olduğunu söyleyebiliriz.
“Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.” sözlerinin sahibi olan Mustafa Kemal’in, kurduğu ülkede 21. yüzyılda “Diyanet İşleri Başkanlığı”nın bütçesinin eğitime ayrılan bütçeyi geçeceğini öngördüğünü sanmıyorum. Hatta yaşadığımız dönemin şartlarına göre bile cesur sayılabilecek (yukarıdaki örnekte olduğu gibi) açıklamalarını referans aldığımızda kuruluş döneminde atılan adımların bir geçiş dönemi kurgusu olduğu kanaatine de rahatlıkla varabiliriz.
Hülasa; “Laik Cumhuriyet” olgusunun başındaki sıfat değiştirilemez bir sonuç değil, akim kalmış bir süreçtir. Zaman zaman laiklik tartışmalarının fitilini ateşleyen ve metinlerdeki ağırlığı uygulamadaki ağırlığından fazla olan bu kavrama odaklanan şahısların, Türkiye laikliğinin malul mahsulleri olduklarını ve bu gerçeğin farkındalığı, hazımsızlığı ve dini siyasete alet etme imkânını kaybetme kaygısı ile hareket ettiklerini görmek gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi