Küçük Viyana Valsi-IV / Federico García Lorca

Federico Garcia Lorca! O, insanlarının bir parçasıydı, bir gitar kadar mutlu ve hüzünlü, bir çocuk kadar, insanları kadar berrak ve derin. Biri çıkıp da, yılmadan, ülkenin her karış toprağını adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir kurban bulmak için araştırmalar yaptıysa, o kişi, İspanya’nın özü, onun canlılığı ve derinliği olarak seçilen bu adamın mertebesine erişen hiçbir kimse ve hiçbir şey bulamayacaktır

La Barraca

Geçen haftaki yazımızda 1930’da, Lorca’nın New York sonrası Küba’da da birkaç ay kaldıktan sonra  İspanya’ya geri dönmesinde kalmıştık. Lorca’nın yokluğunda İspanya’da kısa ömürlü diktatör Primo de Rivera devrilmiş ve yerine Cumhuriyet kurulmuştur ancak Cumhuriyetçiler ve Monarşi yanlıları arasındaki gerilim daha da artmıştır.

Lorca, dönüşünü izleyen aylarda Madrid Üniversitesi’nin öğrenci tiyatrosu La Barraca’nın (Baraka) yönetmenliğini üstlenir. La Barraca, Eğitim Bakanlığı’nın parasal desteğiyle,  tiyatroya erişimi olmayan kırsal bölgelere gezici tiyatro götürmek üzere yeni kurulmuştur. Lorca La Barraca’da hem oyun yönetir hem de kimilerinde rol alır. Hiç oyun izlememiş insanları tiyatroyla buluşturabildiği için tarifsiz mutludur; toplumsal adaletsizliklere karşı kitleleri bilinçlendirmede tiyatronun öncü bir rol oynayabileceğine inanır çünkü.

La Barraca’yla çıktığı turneler boyunca en bilinen oyunlarından birini, “Bodas de Sangre”yi (Kanlı Düğün) bitirir Lorca. Sonrasında yazacağı “Yerma” ve “La Casa de Bernarda Alba” (Bernarda Alba’nın Evi) ile birlikte üçleme olarak değerlendirilen bu oyunların ortak özelliği, kadın karakterlerin, kendilerine biçilen toplumsal cinsiyete dayalı kalıp yargılar yüzünden doğal olanı yaşayamamalarından kaynaklanan sıkışmadır. Bu oyunlardaki kadın karakterlerin hemen hepsi töre baskılarıyla kamusal alandan uzaklaştırılarak ev içine hapsedilmiş, birey olamayan gölge karakterlerdir. Yazar bu durumu simgesel bir dille, aşk, tutku, doğum ve ölüm temaları üzerinden aktarır(1). Oyunlardaki kadın karakterlerin sıkışmışlıklarında biraz da Lorca’nın kendisini görmek çok mümkün bence.

Buenos Aires

Lorca 1933’te “Kanlı Düğün”ü sahneye koymak üzere Buenos Aires’e gider; tiyatro dışında, üniversitelerde konferans verir, radyo programlarında şiirlerini okur ve kentteki pek çok sanat etkinliğine katılır. Gazetelerde sürekli onunla ilgili haberler çıkmaktadır; Buenos Aires, Granadalı şaire âşık olmuştur.

Lorca Buenos Aires’te pek çok sanatçıyla da tanışır. Bir gece yarısı oyundan sonra tiyatrodan arkadaşlarıyla ünlü Corrientes y Libertad Bulvarı’nda yürürken birden bire yanlara genişçe açılmış iki kol ve kocaman gülen bir yüzle burun buruna gelir; karşısındaki Carlos Gardel’den başkası değildir. Müzik ve şiirin kardeş kıldığı, ilk kez karşılaşan bu iki genç adam –sanki çok eski dostmuşçasına-  birbirlerine sarılırlar. Sonra hep birlikte Gardel’in evine gidilir, Lorca piyano çalar, şiirlerini okur, Gardel gitar çalar ve birlikte şarkılar söylerler sabaha dek…

Arjantin’den sonra Brezilya ve Uruguay‘da da bir süre kalan Lorca 1934’te geri döndüğünde  adım adım iç savaşa sürüklenmekte olan bir İspanya bulur. Dönüşünü izleyen aylarda bir yandan şiirlerine yoğunlaşır bir yandan da oyunlarını sahneler. Sağcı hükümetin göstericilere karşı acımasız saldırılarına da asla kayıtsız kalmaz; Guardia Civil’in (Sivil Muhafızlar) vahşetine karşı “İspanyol Sivil Muhafız Baladı”nı yazar o günlerde:

Karadır atları, kapkara

Nalları da kapkara demir.

Pelerinlerinde parıldar

Mürekkep ve mum lekeleri

Ağlamak nerede onlar nerede

hepsinin de kurşundan beyni

Yoldan ağır çıkageldiler

gönülleri cilalı deri.

O çılgınlar, o gececiler

boğarlar geçtikleri yeri

Zamk karası bir sessizliğe

ve bir dehşete kum incesi…(2)

1936’da Cumhuriyetçilerin Halk Cephesi seçimleri kazanarak hükümeti kurunca toplumsal karışıklık daha da artar. Faşistler suikastlara girişmekte, Cumhuriyetçi gruplar da bu suikastlara karşılık vermektedirler. Lorca, Madrid onun için tekinsiz hale gelince Granada’ya dönmekten başka çıkar yol bulamaz; sosyalist görüşleri nedeniyle faşistlerin hedefinde olduğunu bilir çünkü. Granada’da belediye başkanlığını yeni kazanmış olan kayınbiraderi Fernández-Montesinos’un yanında daha güvende olacağını düşünür ama Granada’ya döndükten birkaç gün sonra kayınbiraderi de faşistlerin suikastine kurban gider. Ayaklanan Falanjist birlikler Güney İspanya’yı ele geçirir ve etnik-ideolojik temizliğe girişirler.

Lorca 18 Ağustos’ta tutuklanır ve ertesi gün kalleşçe infaz edilir. Cinayete katılan Sivil Muhafızlar’dan birinin ağzından:

“O gün nöbetçiydim. Bu genç adamın kışlaya girdiğini gördüm. Yüzü sapsarıydı ama dimdik yürüyordu. Federico Garcia Lorca’ydı. Onu görür görmez korkunç bir dram oynanacağını anladım. Garcia Lorca, Sivil Muhafızlar hakkındaki ünlü Baladı yazdığı gün idam kararını imzalamıştı…

Bana onu Fransız Elçiliği’nde bulduklarını söylediler. Binadan çıkması için kandırmış, sonra da tutuklamışlardı. Ondan önceki kurbanlar gibi, tabii, o da hiç yargılanmadı aynı gece bir Sivil Muhafız Postası arasında kışladan götürüldü. Bunu itiraf etmek korkunç bir şey. Ama ben de Muhafız’ların arasındaydım. Otomobiller Padul yolunun kenarında durdu. Uğursuz konvoy Granada’nın on mil ötesine varmıştı. Saat sekizdi. Otomobillerin farları ölümüne giden adamı aydınlatıyordu. Gece karanlığında silüeti göze çarpıyordu. Posta, kurbanının göremeyeceği bir yerde, farların arkasında durdu.

Garcia Lorca metin, muhteşem bir gururla yürüyordu. Birden durdu, konuşmak istiyormuş gibi bize döndü. Bu büyük bir şaşkınlık yarattı, özellikle postaya komutanlık eden Teğmen Medina’da.

Ve konuştu. Garcia Lorca metanetle, hiç titremeyen bir sesle konuştu. Sözleri güçlüydü, aman dilemiyordu. Her zaman sevdiği özgürlüğü savunan erkekçe sözlerdi. Kendi davası olan Halkın Davası’nı, böyle korkunç bir barbarlık ve cinayet karşısında başarılan iyi işleri övdü.

İhtiras ateşiyle söylenen o sözler silahlı adamlar üzerinde büyük etki yaptı. Bana beynimin içine giren bir kuvvetli ışık gibi geldi. Şair konuşmaya devam etti…

Ama sözlerini bitiremedi. Korkunç, canavarca, caniyane bir şey oldu: Teğmen Medina, iğrenç küfürler savurarak tabancasını çekti ve Muhafızları kışkırttı.

Manzara karşısında dehşete düştüm. Tüfeklerinin dipçikleriyle vurarak, ona ateş ederek (içimizden bazıları korkudan donup kalmıştık) Garcia Lorca’ya saldırdılar. Vızıldayan kurşunlar arasında Lorca koşmaya başladı. Yüz yarda kadar ötede yere düştü. İşini bitirmek için arkasından gittiler. Ama Federico, kanlar içinde, yeniden ayağa kalktı ve korkunç bakışlarla adamlara döndü. Adamlar dehşet içinde gerilediler. Bütün Sivil Muhafızlar koşup otomobillerine bindiler, yalnız Teğmen, elinde tabancasıyla orada kaldı. Garcia Lorca son olarak gözlerini kapadı, kanına bulanmış toprağın üstüne yığıldı.

Medina hızla yaklaşarak zavallı Federico’nun gövdesine üç el tabanca sıktı.

Şairi oracıkta bıraktılar gömmediler…Granada’nın dışında, onun Granada’sı…”(3)

Neden öldürüldüğünü en iyi, yakın dostu Pablo Neruda anlatacaktır:

“Federico Garcia Lorca! O, insanlarının bir parçasıydı, bir gitar kadar mutlu ve hüzünlü, bir çocuk kadar, insanları kadar berrak ve derin. Biri çıkıp da, yılmadan, ülkenin her karış toprağını adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir kurban bulmak için araştırmalar yaptıysa, o kişi, İspanya’nın özü, onun canlılığı ve derinliği olarak seçilen bu adamın mertebesine erişen hiçbir kimse ve hiçbir şey bulamayacaktır.

Evet, iyi seçim yaptılar, onu vururlarken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi. Onu, İspanya’ya boyun eğdirmek ve şehit etmek için seçtiler, onu en derin soluğunu tıkamak için seçtiler, onu özünü kurutmak için seçtiler, en solmaz kahkakasını susturmak için seçtiler. Bu ölümün yargılanmasında birbiriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı; korkunç, melun, çatal tırnaklı yeraltı İspanya’sı, lanetli İspanya; büyük hanedanın ve kiliseye ait cinayetlerin çarmıha gerilesi, zehirli İspanya’sı; ve karşısındaki İspanya, yaşama onuruyla ve ruhuyla gülen, sezginin, geleneğin ve keşfin parıltılı İspanya’sı, Federico Garcia Lorca’nın İspanya’sı!

O sunulan bir portakal çiçeği gibi, yabanıl bir gitar gibi hareketsiz yatıyor, yaralı bedenini tekmeleyen katillerin çirkefi altında; ama şiiri gibi akarken dimdik ve şarkılar söyleyerek insanoğlunun anısında sonsuzluğa dek yaşamak için…”(4)

Federico Garcia Lorca 19 Ağustos 1936’da katledildiğinde daha 38 yaşındaydı. İsteseydi “yaşayan en büyük İspanyol şairi” sıfatıyla İspanya’daki ya da dünyanın İspanyolca konuşulan herhangi bir ülkesindeki bir üniversitede kürsü sahibi olarak, suya sabuna dokunmayan tiyatro oyunları yazarak, dost meclislerinde piyano çalma yeteneğiyle herkesi büyüleyerek, resim sergileri açarak rahat bir yaşamı seçebilirdi; çalışmasına bile gerek yoktu, ailesinin serveti ömrünün sonuna dek yeterdi. Ama o bunları değil, onun yerine Endülüslü yoksulların, çingenelerin, İspanya’daki ezilen kitlelerin sesi olmayı seçti ve öldürüldü.

Eşcinsel olduğu için katledildiğini söylüyorlar; doğru, faşistler İç Savaş’ta sadece onu değil başka pek çok kişiyi yalnızca eşcinsel olduğu için öldürdüler.

“İspanyol Sivil Muhafız Baladı”nı yazdığı için öldürüldüğünü söylüyorlar; doğru, Falanjistlerin katliamlarını ve acımasızlıklarını dile getirdiği için ona besledikleri kin büyüktü.

Çingene olduğu için öldürüldüğünü söylüyorlar; bu da çok yanlış sayılmaz, Lorca çingene değildi ama çingene kültürünün tanınması ve hakettiği saygınlığı kazanması için o denli emek harcamıştı ki pek çok kişi onu çingene sanırdı.

Sosyalist olduğu için öldürüldüğünü söylüyorlar; bu da doğru.

Bunların hiçbiri yanlış değil ama bence Lorca aslında vicdanlı olduğu için katledildi. Çingene olmadığı halde çingenelerin ve kültürlerinin değerli olduğunu savunduğu için öldürüldü; -eşcinsel olduğunu bilseler yüzüne bakmayacak- koyu katolik yoksul köylülere tiyatroyu tanıtmak için aylarca en ücra köylerde -hiç şikayet etmeden- çile çektiği için öldürüldü; New York’un keyfini sürmek varken bütün zamanını Harlem’deki siyahlar ve ezilen diğer yoksulların yanında geçirdiği için öldürüldü; acımasız faşizme karşı direnen madencilerin, köylülerin sesi olduğu için öldürüldü.

Faşizmin ilk çelmesi gereken akıllar değil vicdanlardır. Çoğunluk gitgide vicdanını yitirmedikçe, tanık olduklarına karşı çıkacak cesaretleri olmadığı için vicdanlarını karartmadıkça faşizmin gideceği menzil çok uzun değildir çünkü. Lorca da herşeyden daha çok vicdanlı bir insan olduğu için katledildi.

Ölümünden sonra Faşist Franco rejimi Lorca’nın bütün eserlerini yasakladı, 1953’te bazı eserlerinin -ağır sansürlü olarak- yayımlanmasına izin verilse de Franco’nun 1975’teki ölümüne dek Lorca’nın yaşamı ve katledilmesi hakkında konuşmak yasaktı İspanya’da.

Sonrasında onunkini ararken Viznar köyü yakınlarındaki toplu mezarlara gömülmüş pek çok kurbanın cesedi ortaya çıkarılsa da Lorca’nın mezarını bulmak için yapılan girişimler hep sonuçsuz kaldı bugüne dek. Ama Madrid’e yolunuz düşer de mezarına tükürmek isterseniz, Franco’nun mezarı El Pardo’da, aklınızda bulunsun…

HOŞÇA KALIN

Ölürsem

Açık bırakın balkonu.

Çocuk portakal yer.

(Balkonumdan görürüm onu.)

Orakçı ekin biçer.

(Balkonumdan duyarım onu.)

Ölürsem

Açık bırakın balkonu! (5)

Dört haftadır beraberiz, en çok seni yazarken zorlandım. Adios mi amigo Federico, hoşçakal sevgili dostum…

  • Tamer Temel, İspanyol Oyun yazarı Federico Garcia Lorca'nın Kırsal Tregedyalarında "Gölge Kadınlar", Atatürk Üniversitesi GSF Sanat Dergisi, Sayı 30,2016.
  • Sait Maden çevirisi.
  • Ian Gibson, Lorca'nın Öldürülüşü, Çev. Murat Belge, Kavram Yayınları, 1998.
  • Pablo Neruda’nın Lorca’nın katledilmesi sonrası Paris’te yaptığı konuşmadan, 1936.
  • A. Kadir-Afşar Timuçin çevirisi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi