Simone her şeye karşı

Son iki yıldır keyif için boş boş kitap okumak nedir, unutmuştum; zira okuduğum her şey ödev mahiyetinde. Gılgamış Destanı’yla ilgili bir ders mi vereceğim, oturup son keşfedilen tabletleri araştırıyorum. Sanat tarihi turuna mı çıkacağım, Caravaggio’nun karanlık yüzünü keşfediyorum. Tarih olsun, felsefe olsun, edebiyat olsun, tüm okumalarım çok doyurucu ve haz verici, heyhat, hepsi iş! Binaenaleyh bu sene ilk kez tatile çıkmadan evvel kitapçıma uğrayıp şu anda verdiğim derslerle ilgili olmayan bir kitap seçmek için kendime bir hediye aldım. Seçtiğim kitap, sevdiğim pek çok sanatçının çalışma/yaratma alışkanlıklarına dair biyografik bir eser.

İşte orada ilk dikkatimi çeken Simone de Beauvoir oldu. Dolayısıyla bu yaz günü, herkes deniz kenarında takılırken ben de oturdum otelin lobisinde çoğumuzun yakinen tanıdığı, benim de farklı bir şekilde anlatmaya çalışacağım düşünür, yazar, entelektüel, feminist Simone’un hayatını anlatmaya çalışacağım.

simone-de-beauvoir-1.jpeg

Simone de Beauvoir, sonraları tamamen reddedeceği dindar ve burjuva bir aileye doğdu. Yıl 9 Ocak 1908’di, babası sanata meraklı bir avukat olarak kızını hep sınırları zorlamaya, düşünmeye ve oyunbazlığa itti. Annesiyse koyu bir Katolik olarak kızını hep din eğitimine ehemmiyet verilen okullarda okuttu, o yüzden de Simone’un ergenliğine kadar en büyük hayali rahibe olmaktı.

RAHİBE HAYALİNDEN ATEİSTLİĞE

Çok geçmeden dinin ne kadar karşılıksız bir menfaat ilişkisi üzerine kurulu olduğunu söyleyecek, dindarların inançlı olduğu için kibirli olmalarını çok sert bir şekilde eleştirip onlara “korkak” diyecek bir ateiste dönüştü ve bu fikrinden ölene kadar vazgeçmedi.

Son günlerde ülkemizde süregelen din üzerine yapılan polemikleri ve linç kampanyalarını okudukça yüzyıl önceki tartışmalarla kıyaslıyor, utanç duyuyorum. Ama konumuz bu değil.

SARTRE’DAN SONRA İKİNCİ

Simone üniversite çağına geldiğinde, modern feminizmin Fransız devrimiyle doğduğu ama pratikte çok ama çok geride olan ülkede pek çok kadının üniversitede eğitim aldığı görülmüyordu. Dolayısıyla Simone, arkadaşları Maurice Merleau-Ponty ve Claude Levi Strauss ile kayıtlı olmasa bile dinleyici olarak üniversite derslerine giriyordu. Sonrasında Fransa’nın en zor sınavlarından biri olan Fransız eğitim sisteminde ders vermek hakkını elde etmek için verilen agregation’da felsefe sınavına girdi ve 21 yaşında Sartre’dan sonra ikinci olarak hocalık titrini fazlasıyla hakkederek kazandı.

Bundan sonra amfi tiyatrolarda ders vererek ve yazı yazarak hayatını geçirecekti.

Üniversitesinden numune kalan sadece felsefi metinler ve baş kaldırıcı fikirler değildi. Sartre hayatlarının sonuna kadar onun ayrılmaz bir parçası olacaktı.

Fakat buradan romantik bir aşk hikayesi beklemeyin… Gerçi aralarındaki ilişki belki de en gerçekçi ve güzel ilişki formu da diyebilirim.

Simone 21, Sartre 24 yaşındayken tanışmışlardı. İkisi de toplumda kadının ezilmiş ve haklarından mahrum edilmiş olduğu konusunda hemfikirdi. İkisi de güzel kadınlardan hoşlanıyordu. Bu konuda Simone’un kaleme aldığı mektuplar ve 1958, 60, 63 ve 72’de kaleme aldığı biyografik eserleri, Sartre’ın da 66 yaşında “Sartre by himself” adlı belgeselden yola çıkarak söyleyebileceklerim sayfalarca sürer ve pek çoğunuzu rahatsız edebilir çünkü işin ucu pedofiliye dayanıyor. Simone’un ergen kız öğrencileriyle ilişkisi yüzünden öğretmenlik lisansının bir süreliğine elinden alındığı, üç kız öğrencisinin yıllar sonra Simone’la çocuk yaşta ilişkiye girdikleri için psikolojilerinin çok derin bir şekilde bozulduğunu yazmaları vb. konulara girdiğimizde, hayranı olduğumuz putun pürüzlerini görüyoruz.

ŞEFFAF İLİŞKİ

O yüzden ben Sartre/Simone ekseninde kalacağım. Sartre yirmilerinde Simone’a evlilik teklifinde bulunuyor ama kastettiği standart burjuva bir evlilik değil, bir kafadarlık kontratı. Böylece Sartre ölene kadar ikisinin de pek çok sevgilisi olsa da her şeylerini, ama her şeylerini paylaşıyorlar- tek koşul şeffaflık-.

Şayet Simone, beraber olacağı bir adam mı seçiyor; “Pek tabii ki” diyor Jean Paul. Ama kim olduğunu bir bilecek.

Aynı şey kendisi için de geçerli.

Böylece, her gün birlikte yazarak, yazdıklarını tartışarak, yemek yiyip sevdikleri kafelerde arkadaşlarıyla kokteyl yudumlayıp sigaralarını tüttürerek hayatlarının sonuna kadar yoldaşlık ediyorlar.

Yıllar sonra Simone, yönetmen Claude Lanzmann ile ilk kez beraber olduklarında yönetmen ilk sefer beraberlerini şu şekilde yazmış:

“İlk gecemizden sonra Simone erken kalktı ve ancak sessizlikte çalışabildiğini söyledi. O çalışma masasında yazarken ben ne yapacağımı bilemedim. Saatlerce yazdıktan sonra öğlen yemeği için Sartre’la buluşacağını söyledi. Öğlen evine döndü. Yine masa başında çalıştı (ve tabii ki çalışırken Claude’un yüzüne bakılmadı). Ardından akşam yemeği için Sartre’la buluştu ve gün boyu yazdıklarını paylaştılar.”

Claude ile olan bu rutin 1952’den 1959’a kadar bu şekilde devam etmiş. Bazen Claude’un aralarına katılmasına izin veriliyormuş, bazen arkadaş grubu olarak sinemaya gidiyorlar, bazen kafelerinde içki yudumluyorlarmış. Ama neredeyse hiçbir zaman partilemiyorlar (çünkü o burjuva bir eylem), gayet mütevazı bir şekilde yaşıyorlarmış.

İşte burada edebi paparazzilikten çıkıp biraz edebi miras konusuna gireceğim.

BİRBİRLERİNİ TAMAMLIYORLAR

Her yazdıklarını karşılıklı masaya yatıran, birbirlerinin eserlerini büyük bir itinayla eleştiren, birbirlerine karşı her konuda şeffaf olmayı ant içen bir ikiliden bahsettiğimize göre, Beauvoir’ın eserlerinde ne kadar Sartre var, Sartre’ın eserlerinde de ne kadar de Beauvoir, tartışmaya açık bir konu.

Ne de olsa bazı günler karşılıklı masalarda zincirleme sigara içip yazdıkları oluyor, birbirlerinin kitaplarını tamamlıyorlardı. Bu birbirini tamamlama işi sadece eserlerine değil, hayatlarına da akıyordu.

EVLİLİK Mİ, DEĞİL Mİ?

Şimdi bu evlilik midir, değil midir? Tartışmaya açıyorum.

Simone’a göre evlilik, özellikle kadınlar için korkunç bir şeydi. Genellikle kadın erkeğin boyunduruğu altında, finansal olarak ona bağımlı bir enstitüydü. Erkek ise belki de hiç hazır olmadan bakması gereken bir aileye zincirlenerek hayatının sonuna kadar istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalıyordu. Çocuklar, bu eşitliksiz prangalı ilişkinin ortasında kalınca sevgisizliği öğreniyor. Artık beraber uyumak istemeyen ama toplumun buna zorladığı anne-babalarının karşılıklı nefret ve hüsranına maruz kalıyorlardı.

Velhasıl Simone de Beauvoir ve Sartre hiç evlenmedi ama birbirlerini çok sevdiler ve saygı duydular, birbirlerinin fikirlerine çok önem verdiler ve birbirlerinin sevgilisi olmasına göz yumdular. Sartre’ın sözlerinde sahip oldukları; “esas-sevgiydi.”

Topluma göre bu iki meşhur yazarın ilişkisi varoluşçulara göre yaşama kılavuzuydu. Yalansız her türlü tecrübeye açık, maceraperest, dolu dolu bir hayatı savunuyorlardı. Öyle de yaşadılar.

SARTRE’IN GÖLGESİ

Sartre öldükten sonra de Beauvoir gezmeye ve yazmaya devam etti. Çin’e gidip orada Mao’nun iyi yüzünü görmeyi tercih etti. Mandarinler romanıyla Fransa’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Prix Goncourt’u aldı. 1949’da yayımladığı Le Deuxieme Sexe ‘feminizm tarihinin İncillerinden biri’ olarak kabul edildi. Varoluşçuluk üzerine yazdığı Ethics of Ambiguity adlı felsefi kitabıysa, Sartre ve Camus’den özür dilerim, ama konuyu en kılçıksız anlatan kitap.

Simone de Beauvoir, sosyal bilimlerin pek çok havuzunda yüzen; tarih, felsefe, psikoloji, teoloji, edebiyat gibi konuları hatmetmiş ve maalesef kendi devasa külliyatına rağmen, kendilerinin de öngördüğü üzere Sartre’ın gölgesinde kalmış bir kadın oldu.

1986 yılında 78 yaşında öldüğünde, elinde Amerikalı sevgilisi yazar Nelson Algren’in gümüş yüzüğüyle Sartre’ın yanına Montparnasse Mezarlığına defnedildi.

“Mutluluk, herkes gibi yaşarken kimse gibi olmamaktır” demiş olan Simone de Beauvoir, yaptığı felsefe gibi yaşadığı için şanslıydı. Hayır, düzeltiyorum, kararlıydı. Kendi mutluluğunu kendi inşa etme cesaretine sahipti.

yazinin-sonuna-mezar-tasi.jpg

Önceki ve Sonraki Yazılar
Pelin Batu Arşivi