Begüm Erdoğan
Paris’ten Sevgiler
“Emily in Paris” yeni bir sezonla Netflix kütüphanesine girdi ve böylece yine başladı bana yöneltilen “aa nasıl izlemezsin her şeyi izliyorsun bunu mu izlemedin?” soruları. Artık dayanamadım ve sonunda ben de izledim bir tatlı kaçış olarak izlenen bu diziyi. Hoş geldin Emily, bakalım neler getirdin?
Emily in Paris, 2020- devam ediyor (4 sezon, Netflix)
Emily Cooper’la tanışın, hala tanımıyorsanız yani. Kendisi biraz şaşkın bir pazarlamacı ve Chicago’da oldukça büyük bir şirkette çalışıyor, yakışıklı bir sevgilisi ve düzenli bir hayatı var. Ancak Paris’e ofislerinin temsilcisi olarak gidecek olan patronu hamile olduğunu fark ettiğinde ve işi ona teklif ettiğinde, teklifini kabul eder. Şimdi aynı Instagram hesabından da anlayabileceğiniz gibi “Emily, Paris’te”. Dizi işte böyle başlıyor ve Emily’nin Fransızca bilmeyen şaşkın bir Amerikalı olarak yaşadıklarını işliyor. Genel olarak da yaşadıkları şöyle gidiyor: Fransızlar Emily’e kaba davranıyor ya da bir tür sorun yaşıyor, Emily biraz üzülüyor ve sonra harika yaratıcı Amerikalı beynini kullanarak kısacık bir sürede bir çözüm üretiyor. Bu sırada Fransızları her türlü kabalığı yaparken görüyorsunuz ama saf Amerikalı kızımız temiz kalbiyle insanları yumuşatmayı bir şekilde başarıyor. İşte dizi yaklaşık olarak böyle ve Amerikalı perspektifi inanılmaz pohpohluyor. Bir de takdir edersiniz ki herkes son derece süslü ve şık. Başrollerdeki erkeklerin yakışıklı, kadınların güzel ve havalı olduğunu da unutmayalım. Tabii bir de dizinin gerçek başrolü var ki o da Paris. Protestolardan, yoksulluk ve sınıf farklarından arınmış bir Paris. Bu da onu tam bir konfor dizisi haline getiriyor.
Menajerimi Arayın, Dix pour cent, 2015-2020 (4 sezon, Netflix)
Fransa’da yaşamış sevdiğim bir arkadaşımla konuşurken, “Parisli Fransızlar gerçekten tiplemelerde olduğu kadar kaba mı?” diye sormuştum. “Fransızlar kaba değil sadece ‘direkt’ler” demişti. İşte Fransız kültürünü incelemek isteyenler için harika bir dizi “Dix pour cent”. Dizi, Fransız bir menajerlik firmasında geçiyor, menajerler ve aktörler arasındaki ilişkilere zaman zaman komik, zaman zaman da gergin bir bakış ortaya koyuyor. Dizi aynı zamanda sinema ve televizyon sektörünün inanılmaz sert dişlerini de yansıtıyor. Ana karakterlerimizden Camille, firmaya girerken oldukça direkt olan Andréa ona soruyor: “Gerektiğinde 7/24 çalışabilir misin? Saat sabahın 4’ü olsa da sana ulaşabilir miyim?”. İşte hırsı ve sertliği tanıdık gelebilecek, günümüz endüstrilerini yansıtan bu sorular soruluyor Camille’e. Dizi, “Emily in Paris”in aksine bir kaçış rotası sunmuyor. Aksine, modern çalışma hayatının ve sinema televizyon sektörünün ekstrem gerginlikleriyle heyecanlı bir seyir sunuyor. Bu arada bu dizinin aynı isimle yerli bir yapım çekildiğini de hatırlatalım.
Emily in Paris 2020’de çıktığında, Dünya pandemi yüzünden insanlar için çok farklı bir yerdi. Hepimiz bir tür sıkışmışlık ve yalnızlık serüveninden geçiyorduk. Emily’yi Paris’te gezerken izlediğimizde, yeni eylemler yapmak, gezip tozmak yasaktı ve bence insanlar her şeyden çok bu özgürlüğü ve saflığın yarattığı kaçış imkanını sevmişti. Ancak merak ediyorum da, hala bu tiplemelerin sularında kalmamız gerekiyor mu? Yoksa artık “Dix pour cent” gibi daha karışık ve gerçekçi karakterlere geri dönebilir miyiz?
Paris denince …
Platformlarda izleyebileceğiniz, ana karakteri Paris şehri olan bazı filmler listeledik sizler için.
- Moulin Rouge! (2001) (Disney+, appletv üzerinden kiralanabilir)
Paris’in dinamik yapısını, sanatın ve kültürün elektrik gibi enerjiyle yayıldığını hissedebiliyorsunuz “Moulin Rouge”da. Christian (Ewan McGregor) bohem bir hayat süren bir şairdir ve gittiği “Moulin Rouge” gece kulübünün yıldızı Satine’e (Nicole Kidman) aşık olur. Ancak kulübün sahibi, bir sonraki gösterisinin yapımını ödemesi karşılığında bir düke Satine’i onunla evlendirmeye söz vermiştir. Durumların sıkıntısı içerisinde Satine ve Christian aşklarını yaşamak için mücadele verirler. Bu sırada izleyici koltuğunda bizler de Paris’in güzel görüntüleri ve idealleştirilmiş ikonik Paris’i izleriz.
- Amelie (2001) (TV+, appletv ve googleplay üzerinden kiralanabilir)
Amelie, Paris’in en hoş semtlerinden biri olan Montmartre’da yaşıyor ve garsonluk yaparak hayatını kazanıyor. Genellikle hayal dünyasıyla gerçek hayatın kesişiminde yaşayan Amelie, bir gün çevresindeki insanları mutlu etmeye karar verir. Bu şekilde görevi başlar ancak bu sırada kendi yalnızlığıyla da yüzleşmek zorunda kalır. Ancak bu renkli dünyada sevgi çok uzakta değildir. Bu filmi izlerken hem kalbiniz ısınıyor hem de bir karikatürü filme çekmişler gibi hissediyorsunuz. Jean-Pierre Jeunet’in kamerayı kullanma şekli, alışkın olmadığımız bir tarz. Özellikle geniş lensleri karakterlerin yakın çekimlerini yapması, yüz hatlarını farklılaştırarak biraz yamultuyor ve karikatür hissini iyice perçinliyor.
- Ratatouille (2007) (Disney+, appletv üzerinden kiralanabilir)
İzlemeyen kaldı mı bilmiyorum ama mükemmel Paris görselleri ve iç ısıtan hikayesiyle bir fare olan Remy ve kızıl saçlarıyla Lou’yu izlememek büyük bir kayıp olur. Bir şef olma hayalleri kuran Remy’nin rüyalarının peşinden gitmesini ve bir insanının saçlarını çekiştirerek de olsa leziz yemekler yapmasını izliyoruz. Bir taraftan biraz kayıp bir hayat süren Lou’nun da hayatına amaç katarak anlam bulmasına şahit oluyoruz. “Hayallerin ne kadar büyük olursa, o kadar iyi. Onların peşinden git” mesajının arka planında da Paris görüntüleri bize eşlik ediyor. Paris’in gelişkin gastronomi kültürü ve ünlü restoranlarına bir bakış sunuluyor.
- Protesto, La Haine (1995) (MUBİ)
Bu noktaya kadar bahsettiğimiz filmlerle Paris’in gösterişli taraflarını cilalanmış bir şekilde izledik. Peki cilalanmamış, daha gerçek; adaletsizlik ve ayrımcılıkla acılaşmış olan tarafları? Belki de Paris’in gerçek yüzü? İşte bu tarafları bu filmde bulacaksınız. Banliyölerde yaşayan üç gencin 24 saatini konu alıyor film. Polis, üç gencin bir arkadaşını yoğun bakıma sokacak kadar döver. Olay, toplumsal gerilimin son noktada olduğu mahallede pimi çekilmiş bir el bombası etkisi yapar. Yaşanan olayları üç gencin gözünden izlerken, onların haklı öfkesini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Filmin yönetmeni Mathieu Kassovitz, Paris’i en zenginlerin şehri olarak değil, insanların şehri olarak ele alıyor.