Anıl Özgüç
BANA DOKUNMAYAN YILAN: “THE ZONE OF INTEREST”
*Spoiler içerir.
Martin Amis’in 2014 tarihli aynı adlı romanından uyarlanmış, Jonathan Glazer’ın 2023 yapımı ‘The Zone of Interest’i daha ilk birkaç dakikasında bizi siyah bir ekrana hapsediyor. Karanlığa bakıyoruz ve sadece dinliyoruz. Belli ki ses üzerine inşa edilmiş ve kulağımızı dört açmamız gereken bir film bu.
Karanlık açılır açılmaz ise Renoir’vari bir piknik sahnesinin içine düşüyoruz. Göl kenarında bir Pazar günü, mutlu iki aile, neşeyle böğürtlen toplayan çocuklar.
Auschwitz’in Kraliçesi
Küçük burjuva dertlerine sahip bir aileyle karşı karşıyayız. Gençlikte kurdukları hayale epey yaklaşmış, cennet gibi bir coğrafyada evleri ve bakımlı bahçelerinde yaşayan kırklı yaşlarının başında bir çift, sağlıklı beş çocukları ve yardımcıları... Bu çiftin, beş yıl içinde çoğunluğu Yahudi 1,1 milyon kişinin öldürüldüğü Auschwitz toplama ve imha kampının komutanı Rudolf Höss (Christian Friedel) ve karısı –kocasının tabiriyle ‘Auschwitz’in Kraliçesi’- Hedwig Höss (Sandra Hüller) olması dışında her şey normal görünüyor ve filmin temel aksı olan çatışma tam da burada başlıyor. Oysa tuhaf derecede tanıdık ve sıradanlar. Sıradanlığı sert biçimde delen tek şey duvarın öte yanındaki vahşetin sesi.
Sınırını sadece bir duvarın çizdiği göz kamaştırıcı pastoral hayatın gündelik rutinleri de bilindik. Bahçesiyle gurur duyan bir ev kadını, ziyarete gelen annesine gururla çiçeklerini gösteriyor. Yıldız çiçeklerini, ay çiçeklerini kendisi yetiştirmiş. Bahçede çocukların yemeye bayıldıkları sebzeler de var. Henüz asmalar duvarı kapatacak kadar çok değiller ama zamanla o da olacak. Ziyaretçi anne evi ve odaları beğeni dolu gözlerle geziyor.
Bedel
Evet, çocuklar insan dişlerini kendilerine oyuncak yapmış... Yemek yerken ve hatta genellikle pencereler hiç açılmıyor. Yanmış insanların artığı duman ve is içeri girebilir. Nehirde çocuklarla yüzmek ve balık tutmak da tehlikeli, krematoryumdan nehre karışan kül tabakası üzerinize yapışabilir. Çift, hayallerindeki yaşam için “bu kadarcık” bedel ödemeyi dert etmiyor.
Ziyarete gelen annenin birkaç gün içinde evden ani ayrılışı, kısa bir an da olsa bizi etik kaygılarla bu cehennemi terk eden bir karakterle karşılaştığımız yanılgısına sürüklüyor. Yönetmenin bu konuda bir açıklaması var. Duman kendisini rahatsız etmiş. Tatili bölen asap bozucu bir detay.
Duvarın ardındaki çığlık
Yemekler pişiriliyor, çamaşırlar asılıyor, çocuklar neşeyle kaydıraklı havuzda oynuyor, doğum günleri kutlanıyor.
Ama duvarın ardındaki ses hiç durmuyor.
Çığlıklar, yakarışlar, silah ve idam mangalarının sesleri hiç durmaksızın devam ediyor. Bize dehşetin gösterilmesi gerekmiyor, zaten orada ne olduğunu biliyoruz. Yönetmen ustaca izleyiciyi de kötülüğün ortağı yapıyor. Sadece üzerimize yapışan bu suç ortaklığı dahi The Zone of Interest’i, Holocaust’un geniş görsel külliyatı içinde güvenli bir yere yerleştiriyor.
Kötülüğün izdüşümü
Film ilerledikçe kötülüğün izdüşümünü ev içinde de görmeye başlıyoruz. Hedwig, içinde çok mutlu olduğu kürkü bize gösterirken “Kanada’dan geldi” cümlesi çıkıyor ağzından. Rudolf, çalışma masasında farklı tür paraları çirkin bir iştahla ayırıp sayarken görüntüleniyor. Kısa bir araştırmayla “Effektenlager” kısaca “Kanada” olarak anılan ve kamp sınırları içinde bulunan depoların, kampa vardıklarında gaz odalarında öldürülen Yahudilerin çalınan eşyalarını saklamak için kullanıldığını öğreniyorum. Kampta kayıtlı olan ve köle işçi olarak kullanılan Yahudilerin eşyaları da burada emanet olarak tutuluyor. Höss’ler ölü Yahudilerin eşyalarını çalıyor kısacası.
Rudolf’un cinsel hayatını sadece karısıyla paylaşmadığını da anlıyoruz. Evin altındaki gizli odasında ilk kez olmadığı anlaşılan kaçamağı seyirciye hissettiriliyor.
SS subayları ve aileleri dışında gördüğümüz tek kişi Polonyalı genç bir kız. Onunla ilk kez Rudolf’un çocuklarına Hansel ve Gretel masalını okuduğu sırada karşılaşıyoruz. (Glazer, Kubrick’e ve The Shining’e bir selam yollamış olabilir mi?, Hansel ve Gretel, Grimm Masalları ve Holocaust apayrı bir yazının konusu olmalı) Polonyalı kız termal kamera sekanslarıyla gösteriliyor bize, gerçek mi, masal mı yoksa bir rüya sahnesinin içinde miyiz? Pek emin olamıyoruz önce. Kız, geceleri gizlice kampın siperlerine elma ve armut yerleştiriyor. Öte tarafa yardım edebilmek için elinden gelen tek şey bu. Bu sıradışı görüntü tercihiyle “iyiliğin” birleştirmesi kötülüğün sıradanlığını yüzümüze vuruyor.
İnsan dumanları...
Aile ve ev içindeki huzur, Rudolf’un Berlin yakınlarında başka bir kampa tayin olmasıyla bozuluyor. Karısı onunla gelmeyi bu kez kesin bir dille reddediyor, hatta evden ayrılması için cesedinin çiğnenmesi gerektiğini söylüyor. Bu değişiklik, aile için olduğu kadar filmografik olarak da bir ritm değişikliği sağlıyor. Hedwig, öfke içinde kocasıyla konuşmaya giderken, biz de ilk kez kampın içinde onunla birlikte kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz. Bacalardan “insan dumanları” tütüyor, SS askerlerinin nöbet yürüyüşleri kenardan da olsa kadrajın içine giriyor. Ne yapıp edilmeli ve burada kalınmalı, çocukları burada “sağlıklı” yetişiyor, burası onların gençliklerinden beri hayalini kurdukları yer. Rudolf gerekirse Hitler’le konuşmalı.
Rudolf “merkez”de yapılan toplantıda Auschwitz’de kalmanın yolunu buluyor. Macar asıllı Yahudilerin (günde yaklaşık 12 bin insan) imha edilmesi gerek ve bunu ondan iyi kim yapabilir? İş saatlerinde en efektif krematoryumu tasarlayan ve en yüksek sayıda insanı bir seferde gazla nasıl öldüreceğini planlayan biri o.
İyi haberi vermek için karısını arıyor ve çıkışta binanın merdivenlerine kusuyor. İçselleştirilmiş kötülüğün dışarı çıkışı.
Yönetmen Jonathan Glazer, Vanity Fair’e verdiği röportajda, evin ve bahçenin görsel tasarımını, Höss Ailesi’ne ait bugüne ulaşmış 26 fotoğrafa dayandırdıklarını anlatıyor. Fotoğraflarda Hedwig, ziyarete gelen büyükanne ve bahçede neşe içinde koşuşturarak oynayan ve havuza giren çocuklar muhtemelen babaları tarafından görüntülenmiş. Elbette ki hep aynı açıdan, duvarın dibinden içeri doğru bakan bir objektiften. Kendilerinin dahi duvar ve ötesinde yaşananları anıştıracak bir imgeye tahammülü yok belli ki.
Görüntü yönetmeni Łukasz Żal’in (kendisini Ida ve Cold War’dan da tanıyoruz) geniş açılı lens seçimiyle elde ettiği panoptik görüntüler bize tekinsiz bir ortamda olduğumuzu her an hissettiriyor. Żal, Höss’ün evini ve bahçesini aynı anda gören 10 kamerayla çalışmış. Duvarlardan atlayarak gözetliyoruz.
Filmin ses tasarımcısı Johnnie Burn. Daha önce Glazer'la Under The Skin’de ve Lanthimos’la The Lobster, The Killing of a Sacred Deer, The Favourite ve son olarak Poor Things'de birlikte çalışmış.
Hayal gücümüzü sesle uyaran filmin müziklerini de anmadan geçmek olmaz.
İngiliz müzisyen Mica Levi’nin filme hatırı sayılır bir dokunuşu var. Fazlasıyla mekanik, soğuk ve mesafeli müzikler, yönetmenin duvarın öte yanındaki dehşeti sadece seslerle hissetmemizi sağlayan tercihini destekliyor.
Sandra Hüller’i ise aynı yıl içinde ikinci mükemmel performansıyla izliyoruz. “The Anatomy Of A Fall” (Bir Düşüşün Anatomisi) sonrasında Hüller, Hedwig Höss rolüyle sinir sistemimizi alt üst ediyor.
İyilik zor, kötülük sıradan!
Hannah Arendt, Nazi savaş suçlusu Otto Adolf Eichmann’ın yakalanmasının ardından Kudüs’teki yargılanma sürecini takip ederek yaptığı çalışması “Kötülüğün Sıradanlığı’nda, Eichmannn’ın kendisini “sadece yasalara uygun olarak görevini yerine getiren sıradan bir memur” olarak tanımlaması karşısındaki şaşkınlığını yazar. Arendt’e göre insanlar canavar oldukları için korkunç suçlar işlemezler. Düşünce sistemleri olmadığı, düşünemedikleri ve iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapamadıkları için böylesi suçları işlerler. Failler sıradan insanlardır. Kötülük ise politikanın totaliterleşmesi yüzünden hem yayılır hem sıradanlaşır. (Tanıdık mı?)
Filmin sonunda seyirci de ilk kez kamp içindeki gaz odalarına ve fırınlara günümüzün Auschwitz Müzesi yoluyla giriyor. Bize de (seyirci) bir dakikalık saygı duruşu için nefesimizi tutmak ve yaşananları içimizden lanetlemek düşüyor.
Peki ya bizim kötülüklerimiz?
İçinde yaşadığımız apartmanın, mahallenin, iş yerinin, ülkenin ve dünyanın kötülükleri? “Kanada” deprem sonrasında depremzedelere hiç ulaşmayan yardım giysilerinin hâlâ tutulduğu depolara benziyor sanki.
Akademinin ihraç edilirken (Barış Akademisyenleri) ve hunharca biçilirken (Boğaziçi), yine akademinin diğer yarısının sus pus yolunu değiştiren halini, kötülüğün en sıradan katmanına yerleştirebiliriz.
Film uzunca bir karanlıkla başlamış, bizi karanlık bir dünyaya sokmuştu. Yine bir karanlıkla bitiyor.
Biz de koltuklarımızdan kalkıp sıradan kötülüklerin hem faili hem mağduru olduğumuz dünyaya doğru evimizin yolunu tutuyoruz.