Mehmet Yaşin
Avrupa’nın son durağı
Uçlarda dolaşmayı kent gezilerine daha çok tercih eder oldum. Son yıllarda beni büyüleyen gezi, Güney Amerika’da, Patagonya’nın en ucundaki, Calafate oldu. Ötesinde yaşam olmayan ıssız topraklardı buralar.
Güney yarım kürenin bittiği yer de diyebilirdiniz bu bölgeye. Buzulların (Perito Moreno), güzel dağların (Fitz Roy), gökyüzünde dev akbabaların süzüldüğü uçsuz bucaksız topraklardı.
Sonraki yolculukta, Amerika’nın en batısının en kuzeyi, biraz da Kanada vardı. Orada da karşıma katil balinalar çıktı. Görünce şaşırdım, heyecanlandım.
Alaska’da, beyaz başlı kartallar, boz ayılar, dev somon balıkları ve batmayan güneş, aklımı başımdan aldı adeta.
KUZEY KUTBU’NUN KOMŞUSU
Son yolculuktaki hedefim ise Kuzey Kutbu’nun komşusu Svalbard Adası oldu. Avrupa medeniyetinin bittiği noktaydı burası. Onun da biraz ötesinde yaşam yoktu. Kutup ayılarının hükümranlığındaki buzlar diyarıydı.
600 milyon yaşındaki adanın ilk adı olan Spitsbergen “sivri dağlar” demekti, bugünkü adı ise “soğuk koylar” anlamını taşıyordu. Her ikisi de bu ıssız toprakları doğru tanımlıyordu.
Svalbard’ın da yolu diğerleri gibi uzundu.
Önce Norveç’in başkenti Oslo’ya uçtum. Yolculuk dört saat sürdü. Ardından bir dört saat daha uçunca, kendimi Svalbard Takım Adaları’nın başkenti Longyearbyen’de buldum.
Adayı anlatmaya, havadan, uçak penceresine yansıyan görüntülerle başlamalıyım. Önce, parmak parmak gökyüzüne uzanan dağları gördüm. Güneydekiler kara renkliydi. Kutup yönüne bakan taraflar ise bembeyazdı. Dağların arasından ise masmavi, asırlık, büyüleyen buzullar denize doğru dil uzatıyorlardı.
YAZ BAŞINDA TİTREMEK
Heyecanlıydım. İlk kez bu kadar kuzeye çıkıyordum. Alaska’da, İzlanda’da Kutup Dairesi’ni geçmiştim ama Svalbard çok çok daha kuzeydeydi.
Adaya ayak bastığımda, yaz başı olmasına rağmen soğuktan titriyordum. Hava pırıl pırıl güneşliydi ama kutuptan kopup gelen, buzulları okşaya okşaya soğuyan rüzgar, yüzümü bıçak gibi kesiyordu adeta.
GÜNEŞ BATMIYOR
Otele giderken zamanı karıştırdım. Saatim gece yarısını gösteriyordu ama güneş tepede ısrarla parlamasını sürdürüyordu. Svalbard’da, 19 Nisan ile 23 Ağustos arasında güneş hiç batmıyordu. Çok seviyordum bu sonu gelmeyen gündüzleri. Daha uzun yaşadığımı hissediyordum.
Otele giderken ilk ağızda gördüklerimi şöyle sıralayabilirim: Evlerin hiçbirinin temeli yoktu. Yani hepsi prefabrikti. Rengarenk boyanmıştı. Karlar akıp gitsin diye sivri çatılıydı. Adada hiçbir binanın temeli yoktu aslında. Bazı işyerleri büyük çadırların içinde işlerini yürütüyorlardı. Yani şehir bir günde sökülüp götürülebilirdi.
Her evin önünde birkaç tane kar motosikleti park etmişti. Kış aylarında ulaşım sadece bunlarla sağlanabiliyordu. Dağların yükseklerinde, eski kömür madenlerinin girişleri yer alıyordu. Burada dağlar kömür doluydu. Bazı tepelerin üstünde ise dev radarlar, gözlem evleri yer alıyordu. Bu radarlar uzayı karış karış tarıyorlardı.
Onca uzaklığına rağmen adada birkaç tane lokanta, birkaç otel, bar ve kahve vardı. Yaşamın neşelendiği yerlerdi buralar. Kentin sakinlerinin bir bölümü çeşitli işlerde çalışan işçiler, diğer bölümü de dünyanın dört bir yanından gelen araştırmacılardı.
VERGİ OLMAYAN ADA
Svalbard’da hayat nispeten ucuzdu. Çünkü vergi yoktu. Adaya her şey anakaradan geliyordu. Çünkü burada hayvan, sebze yetişmiyor, koruma altında olduğu için balık da yakalanamıyordu. Sadece yazın, karlar kalkınca buzlu topraklar, karayosunu, liken, yabani çiğdem ile süsleniyordu.
KIZAK TURU
Ertesi gün, adaya gelen tüm turistlerin yaptığı gibi kızak turuna çıktım. Kızakları çekecek köpekler kentin uzağındaydı. Yaz aylarında tekerlekli kızaklar devreye giriyordu. Kızakçıbaşı, neyin nasıl yapılacağını öğretti. Gözüme kestirdiğim en babayiğit 6 köpeği, kızağın önüne bağlayıp yola çıktım.
Bu yolculuktan çok hoşlandığımı söyleyemem. Çünkü birkaç yıl önce Finlandiya’da, eksi 40 derecede, diz boyu karla kaplı orman yollarında, gerçek kızakla gitmenin keyfini burada bulamamıştım.
Günün ikinci bölümünde yine bir turistik geziye çıktım. Bindiğim tekne, kıyı kıyı adaları gezdirdi. Buzulların önünde fotoğraf çektim, uçurumlara yuva yapan kırmızı gagalı kuşları, kutup martılarını, karatavukları izledim, balina görürüm umuduyla uzaklara baktım. Aslında bu takım adalar balinaların yolu üstündeydi.
ACIMASIZ AVCILAR
Balina avcıları buradan denize açılırlardı. Bu avcıların en acımasızları ise Danimarkalılar olmuştu. Çünkü onlar tam 60 bin balinayı katletmişlerdi.
Danimarkalı avcılar balinaların kökünü kuruturken, Rus kürk avcıları, geyiklerin, kutup tilkilerinin, fokların, kutup ayılarının peşine düşmüşlerdi. Yani o zamanlar hem deniz hem kara, kan revan içindeydi.
Gemi, önünde paslı vinç duran bir iskeleye yanaştı. İskeleye bakan binalar terk edilmiş, camı penceresi kırılmış, elektrik direkleri yana yatmıştı. Biraz ötede ise yüksek binalar görünüyordu. Uzun paltolu, kalpaklı, omuzunda tüfek olan birisi iskeleye gelip halatın bağlanmasına yardımcı oldu.
ISSIZ KÖMÜR MADENİ
Gemiden indik, silahlı adam kendini tanıtıp geldiğimiz yeri anlattı. Burası Piramid adlı bir kömür madeni kasabasıydı. 1945’te buraya yerleşen 2000 Rus madenci, milyonlarca ton kömürü Rusya’ya göndermişti. Madenler, Sovyetler Birliği dağılınca kapanmış, madenciler de evlerine dönmüştü. Piramid kasabası şimdi 15 kişinin yaşadığı, hayalet bir şehirdi.
Tüfekli iki koruma eşliğinde ıssız sokakları gezdik. Hastanenin, tiyatronun, sinemanın, kültür evinin kapılarına kilit vurulmuştu. Lenin heykeli ise hâlâ kasabaya tepeden bakmayı sürdürüyordu.
ÇÖP ARAYAN KUTUP AYISI
Sonra kıyı kıyı giderek, kutup ayısı aradık. Gördüğüm kutup ayısı beni düş kırıklığına uğrattı. Çünkü kimsenin yaşamadığı bir evin çöp tenekesini kokladıktan sonra, bir köşeye kıvrılıp uykuya yattı ve bir daha hiç kımıldamadı!
NUH’UN AMBARI
Son günümde “Nuh’un Ambarı”na uğradım. Dağın derinliklerinde yer alan bu ambarda, dünyadaki milyonlarca bitkinin tohumu saklanıyordu. Bir “yok oluş” sonrasında bu tohumlar dünyaya yeniden can katacaktı. Daracık beton kapının önünden bir türlü ayrılmak istemedim. Dünyanın geleceğini garanti altına alan bu çok özel ambardan çok etkilenmiştim.
Beni Oslo’ya götürecek uçak sabaha karşı kalktı. Dönüşlerimde kendime sorduğum soruyu yine sordum:
“Burada yaşayabilir miyim?”
Cevabını veremedim. İçime oturan hüznün nedenini de tarif edemedim.
SOFRANIN KRALI BALIK
Svalbard’da, deniz ve kara avı kesinlikle yasak. Yani burada hayvanlar özgürlüğün tadını doya doya çıkarıyorlar. Bütün yiyecek malzemeleri, başta Norveç olmak üzere, diğer ülkelerden geliyor.
Burada birçok şeyi ilk kez yedim. Örneğin Rengeyiği dili pastırması. Biraz sertçe. Yanında, Korelilerin ünlü kimçi turşusu (acılı lahana turşusu) ile servis ediliyor. Yani Asya-Avrupa karışımı bir yemek.
Dilin söğüşü ise daha yumuşak ve lezzetliydi.
Tabii ki kurutulmuş morina ve ringa balıkları başroldeydi. Onlardan çeşitli yemekler yapıyorlardı. Ballık çorbası ve balık yahnisi, en rağbet ettikleri yemekler. Ben ikisine de fazla yüz vermedim.
BALİNA FİLETOSU
Siyaha yakın rengiyle balina filetosunun ızgarası, bonfileyi andırıyordu. Biraz kekik serpebilseydim, daha lezzetli olurdu sanırım. Ama kekik yoktu!
Geyiğin iç organlarıyla yaptıkları şiş kebabı, bana Urfa’nın cağırtlak kebabını hatırlattı. Bu yemeğin yanına, kibrit patates ve arpacık soğanı ile yapılmış bir garnitür koyuyorlardı.
Ortaya konan haşlanmış patatesler ise ekmek niyetine yeniyordu.
FAVORİ YEMEKLERİM
Benim en favori iki yemeğim ise somon ızgara ile Kral Yengeç’in dev bacakları oldu.
Sebze altın değerindeydi. Hem az bulunuyor hem de oldukça pahalıydı.
Eğer deniz mahsulleriyle aranız iyi değilse, Svalbard mutfağını pek sevmezsiniz. İkinci günün sonunda, gözünüzün önünden makarnalar uçuşmaya başlar! Benim de öyle oldu!
Eğer benim gibi uç noktaları seviyorsanız, Svalbard’ı öneririm. Hele bu sıcaklarda en doğru adresin bu ada olduğunu söyleyebilirim.