Anıl Özgüç
Yoksa Siz de Barınamayanlardan mısınız?
“Dün gibi hatırlama” hali yaşlanmanın doğasında olsa gerek. Üzerinden otuz yıl geçmiş, İstanbul Üniversitesi’nin ya da “Çapa Diş”in ve ondan tam bir yıl sonra da Kredi ve Yurtlar Kurumu’na ait bir kız yurdunun kapısından içeri gireli. Dün gibi hatırlıyorum yaşımın doğası gereği.
Hatırladığım diğer şeyse o aradaki bir yılın, tüm ailenin üzerine bir sıkıntı bulutu olarak çökmüş olmasıydı. “Nerede kalacak bu çocuk?” sorusu ortalıkta dönüp duruyordu. Bu sorun uzak akraba, yakın aile dostu evleriyle çözülürken, bana da o yıldan bugüne sağlam bir “taşıma” pratiği kaldı. Bavul taşıma, kitap taşıma, giysi taşıma, okulda zorunlu olarak kullanmam gereken malzemeleri taşıma hali bilinçdışımın karanlık dehlizlerine ve hatta bugün gündelik hayat pratiğime yapışıp kaldı. Baş etmesi zor değildi, ne de olsa “taşıma” halini yücelten bir aileden ve göçebe atalardan geliyordum. (Bu “taşıma” hali önemli, bir kere başladınız mı duramıyorsunuz, eşyaları, giysileri, kitapları ve dahası duyguları, insanları ve belki de en önemlisi kendinizi taşıyıp duruyorsunuz.)
Konumuza dönelim. İkinci sınıfa başlayacağım yıl, yurtta kalabilme ayrıcalığını bileğimin hakkıyla kazandım ve “barınma” sorunu görünüşte çözülmüş oldu. Artık bir “barınan”dım. Okulu bitirdiğim güne kadar da yurtta kaldım.
Barınma nedir? Ne değildir?
Yaklaşık 1.200 nüfuslu bir yurdun 11 kişi olan odalarından birinde dört yıl geçirdim. Oda, üç ranza ve beş tek yataktan oluşuyordu. Bu kalabalık odada yaşamak tahmin edilebileceği gibi çok da kolay değildi. Sadece odada nefes alan insan sayısı dahi birçok problemin yaşanmasına – iletişim, sağlık, hastalık hali, giyinme, soyunma gibi temel şeylerden bahsediyorum ki sofistike ihtiyaçlar yurtlarda barınmaz- neden oluyordu. Ama üstesinden geliniyordu, gençtik ne de olsa ve barınabilen şanslı azınlıktandık.
Yurtta yapılması gereken çok iş vardı, bunların başında kişisel hijyenle ilgili olanlar geliyordu elbette.
Önce senenin başında aramızda para toplayıp odaya olabilecek en büyük boydaki leğeni alıyor, üzerine de ojeyle odamızın numarasını yazıyorduk. Bu banyo yapabilmemizin temel şartıydı.
Yurtta sıcak su haftada üç gün 19.00-21.00 saatlerinde veriliyordu. Yani canınız istediğinde gidip banyo yapmanız mümkün değildi. “Kutsal Sıcak Su” günlerinin sabahında oda sakinleri akşam kimin banyo yapacağını konuşur, o gün dersi erken bitenlerden birine “leğen bekçisi” olarak karar verilirdi. O kişi öğlen saatlerinde koşturarak yurda gelir, odanın en kıymetli nesnesi olan leğeni alarak hamamda uygun bulduğu bir kurnaya koyardı. Evet, yanlış okumadınız, hamam ve kurna… Çünkü yurtta duş yoktu.
Kurna seçimi önemliydi. Bu seçim önceki sıcak su günlerindeki sağlam gözlemler sonucu bilgiye dönüşürdü. Çünkü kurnaların tepesindeki birinden sıcak, diğerinden soğuk su akan muslukların neredeyse tamamı bozuktu. Ya bir musluktan sadece soğuk su akar, sıcak su musluğu çalışmaz, ya bir musluktan sadece sıcak buhar püskürür, soğuk su musluğu çalışmazdı. Bazılarında ikisi birden akmazdı, kısacası leğen bekçisi hem kendisinin hem de arkadaşlarının beden temizliğinden sorumluydu, doğru kurnayı seçmeliydi.
Ardından nöbet başlardı. Leğen bekçisi saat 19.00’a kadar leğeniyle beraber kurnanın başında otururdu. Keza orada durmazsa başka bir odanın leğen bekçisi, leğeninizi alıp bir köşeye fırlatır ve kendi leğenini kurnaya koyardı. Sizi temin ederim, yirmili yaşlarındaki iki kızın böylesi yaşamsal bir konudaki kavgasına şahit olmak istemezsiniz.
İşte ben o yıllarda kurna başında çok ders çalıştım.
Anatomi kitaplarımı ve atlaslarımı şu an kütüphanemde gördüğümde bile burnuma klor ve nemden oluşan bir tuhaf koku çarpıyor. Bir Bursalı olarak hayatımda bu deneyim dışında da hiçbir hamama giremedim, çünkü bu kokuyu duyduğumda da aklıma Anatomi ve Histoloji ders kitaplarım geliyor. İki hale de tahammülüm çok az, kokunun hafızanın en güçlü tetikleyicisi olması ise ne tuhaf.
Daha pek çok ayrıntı var anlatacak, hem yerimin sınırlı olması hem de senin canını daha fazla sıkmak istememem Sevgili Okur; bana “Bu kadar anı yeter” dedirtiyor. Sadece insanın en temel gereksinimi olan beden temizliği ile ilgili bölümün küçük bir parçasından bahsedebildim. Bunun beslenme, uyuma, ders çalışma, kendinle, oda sakinleriyle ve elbette aileyle iletişim kısmı var, giriş çıkış saatleri var, ders çalışabilmek için bile hiçbir planlama yapılmamış olması var. Var da var. Ve hepsiyle ilgili anılarım gerçeküstü bir anlatı olarak değerlendirilmeye çok uygun. Ama buna barınmak denirse, barınıyorduk işte.
Geçen otuz yıl içerisinde eminim bir şeyler değişmiş, düzelmiştir. Kişisel mahremiyetin korunması için bir duş kabini sistemi yapılmıştır en azından. Yazdıklarımın içinde hiçbir abartı olmadığına emin olabilirsiniz. Yaşananların başrolü, o gün olduğu gibi bugün de İstanbul’un kapasitesi en yüksek kız yurdudur.
Abraham Maslow’un Piramidinde En Alt Basamakta Sıkışmak
Abraham Maslow (1908-1970) ve onun meşhur “İhtiyaçlar Hiyerarşisi Piramit”i çoğumuzun önüne bir şekilde çıkmıştır. Yakın zamana kadar piramitle ve yaratıcısıyla karşılaşmamış olanlarsa eminim şimdinin temiz toplum savaşçısı “mafyaadam” Sedat Peker videolarında duymuşlardır.
Üst İhtiyaçlara Olan Eğilim, Alt İhtiyaçlar Gerçekleşince Ortaya Çıkıyor
Maslow’un evrensel olarak kabul edilen ihtiyaçlar hiyerarşisi modeli fenomenolojik kuramın temelini oluşturuyor.
Maslow aslında kuramıyla hepimizin bildiği/içinde yaşadığı hali sistematize ederek bize gösteriyor.
Piramitin mantığı şu:
Üst ihtiyaçlara olan eğilim, alt ihtiyaçlar gerçekleştiğinde ortaya çıkıyor.
Aynı cümleyi bir de tersinden söyleyelim:
Kişi, bir alt basamaktaki ihtiyaçlarını tatmin etmeden bir üst basamaktaki ihtiyacını gideremiyor.
Bugün sosyal bilimler alanındaki çalışmalar piramide (üst sıralara) yeni basamaklar eklemek üzerine çalışıyor. En üst basamaktaki “Kendini Gerçekleştirme” hali insanın insan olması ve insan kalmasıyla ilgili en önemli kavrama işaret ediyor.
Hatta Maslow dahi çalışmalarının ilerleyen zamanlarında “Kendini Gerçekleştirme” tepe noktasının üzerine yeni bir seviye ekliyor ve buna “Kendini Aşmışlık” adını veriyor.
İnsan olma, insan kalma, dünyada anlam bulma ve bu kavramlarla ilişkili pek çok kavram “Kendini Gerçekleştirme” ve “Kendini Aşmışlık” halinden türüyor.
Barınamıyorlar, Barınamıyoruz!
Akademik yılın açılmasına beş kala üniversite öğrencileri “Barınamıyoruz” diye haykırıyor. Şimdilik kalacak yerleri yok, parklarda yatarak seslerini duyurmaya çalışırken, bir yandan da polise dert anlatıyorlar. Polis parklarda onlara “Evinize gidin” diyor. Tam bir ironi.. Ama ironi onların hayatında bu kadarla kalmıyor, Maslow’un piramidinde ilk basamakları atlıyor ve direnerek kendilerini gerçekleştiriyorlar. Ne de olsa hayati konularda ironinin ana rahmi olan bir coğrafyada yaşıyorlar. Kendini gerçekleştirmenin en önemli ve belki de en çok yer kaplayan komponenti olan “mesleğini yapabilme” yolunda ilk adımda sınıfta kalan bir sistemin karşısında dik durmaya çalışıyorlar.
Peki ya siz, barınabiliyor musunuz?
Barınma bu coğrafyada başının üzerinde bir çatı olmasının çok ötesinde bir anlam ifade ediyor. Kadınsanız, çocuksanız, engelliyseniz, Kürt’seniz, gazeteciyseniz, yazarsanız, LGBTİ iseniz, sanatçıysanız ömrünüzü barınmak ve yaşamak için kavga ederek geçirmeniz gerekiyor. Dahası muktedirin dilinden farklı bir diliniz varsa size “Eyyy” diye, “Bunlar” diye sesleniliyor. Haddiniz sürekli bildiriliyor, konumlandırıldığınız yer teröristlikle cemaatçilik arasında sıkışıp kalıyor.
Muktedir kalacak yeri olmadığı için bankta yatan öğrencilere “Hayatınız yalan!” diye sesleniyor, Maslow’un piramidinin en alt basamağından başlayan yaşam yolculuğunuz da, sadece orada kalabilmek için didinip dururken zaten yalan oluyor.