Derya Kömürcü
Siyaset Bir Pazarlama Faaliyeti Değildir
Bugün Türkiye radikal bir değişime gebe. Seçime 6-7 ay kadar kalmışken tüm siyasal, toplumsal ve iktisadi göstergeler bize ülkenin radikal bir değişim ve dönüşüm potansiyelini içinde barındırdığını gösteriyor. Burada dönüşüm, iktidar değişikliğinin ötesinde yeni bir duruma işaret ediyor. Bu yeni durum, siyasal olduğu kadar sosyolojik bir olgu olarak da karşımızda duruyor.
Toplumun bugün içinde bulunduğu durum, AKP-MHP/Erdoğan iktidarının son bulmasını mümkün kılan bir toplumsal yapı ortaya çıkardı. Seçimde yaşanacak bir siyasal değişim, yani 20 yıllık AKP iktidarının son bulması ise Türkiye sosyolojisinin kalıcı bir biçimde farklılaşması ve kimlik siyaseti ekseninin daralması için önemli bir potansiyele işaret ediyor. Seçim sonrası Türkiye siyaseti, siyasal rekabetin kimlik siyaseti ya da kültürel eksenden çok, sınıfsal eksen üzerinden şekillenmesine tanıklık edebilir. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, siyasal aktörlerin tutum ve eylemleri sonucunda açıklık kazanacaktır.
Seçim sonrasına işaret ediyorum, çünkü ülkede herkes sadece ve sadece seçime kilitlenmiş durumda. Toplum umutsuz, karamsar, kaygı içinde yaşıyor. Günümüz Türkiye toplumunu karakterize eden iki kavram, hem de neredeyse tüm toplum kesimlerini kapsayacak biçimde, güvencesizlik ve geleceksizlik. Ve seçim, bu karanlık içinde insanlara umut veren yeni bir başlangıç ümidi.
Toplumsal muhalefet düzleminde, irili ufaklı birkaç işçi direnişi dışında adeta yaprak kımıldamıyor. Toplumun tüm kesimleri seçime odaklanmış, taleplerini ve o talepler doğrultusundaki mücadelelerini seçim sonrasında yaşanacak bir iktidar değişikliği beklentisiyle askıya almış görünüyor.
Siyasal aktörler düzleminde ise ana akım siyasal partilerin hiçbirisi toplumsal muhalefete önderlik etmek, farklı toplum kesimlerinin talep ve mücadelelerinin taşıyıcısı olmak arzusu ve çabası içinde değil. Hemen her meseleye “şu seçimleri bir atlatalım”, “iktidar el değiştirsin, gerisini sonra düşünürüz” bakış açısıyla yaklaşılıyor. Bu yaklaşım, muhalefete yön veren partilerin oy kaybettirebileceğinden şüphe edilen hamlelerden sakınmalarına, hata yapma korkusuyla bir şey yapmamayı tercih etmelerine yol açıyor. “Hata yapmazsak, iktidar zaten kendi kendine kaybedecek” inancı da cabası.
Bu kadar seçim odaklı hareket etmeye başladığınızda, hele de ortada kocaman bir muhalefetin ortak cumhurbaşkanı adayı kim olacak sorusu dururken, kaçınılmaz bir biçimde siyaseti bir iletişim ve pazarlama faaliyeti olarak görmeye başlarsınız. Seçmeni “istekleri” karşılanması gereken bir müşteri, siyaseti de pazarlama ve iletişim faaliyetine indirgediğinizde toplumun içinde barındırdığı o radikal değişim talebini göremezsiniz. 50 yıllık ezberler ve efsaneler üzerinden şekillendirilmiş bir siyasal stratejiyi benimseme noktasına gelirsiniz: “toplum muhafazakâr, toplum sağcı, kararsızlar çok fazla, kararsızları ikna edemezsen kaybedersin, o zaman onların hoşuna gideni söylemek zorundasın.”
Siyaset, bir pazarlama faaliyeti değildir. Siyasal iletişim önemlidir, ama neyin iletişimini yaptığınız nasıl yaptığınızdan daha önemlidir. Siyaset, benimsediğiniz ideal toplumsal düzen doğrultusunda size dayatılan ezberlere müdahale etme işidir. Siyaset, değiştirmeyi iddia ettiğiniz toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel koşulların şekillendirdiği seçmene göre şekil almak değil, ona şekil vermeye, onu değiştirmeye cüret etme işidir. Siyaset, başka siyasetçilerin, liderlerin empoze ettiği doğrulara inanmış seçmene göre şekil almak değil, ona kendi doğrularını empoze etmeye cesaret etme işidir.
Böyle olmasaydı Recep Tayyip Erdoğan, 6 ay içinde aynı seçmenleri hem “çözüm süreci”ne destek vermeye hem de ona karşı çıkmaya ikna edemezdi. Kemal Kılıçdaroğlu, en büyük başarısı olarak görülen CHP’nin toplumsal tabanı üzerinde yarattığı değişimi gerçekleştiremezdi. Selahattin Demirtaş, tüm engellerine rağmen hâlâ HDP seçmeni üzerinde bu kadar etkili olamazdı. Meral Akşener’in İyi Partisi, MHP’nin alternatifi küçük bir milliyetçi parti kimliğine hapsolmuş olurdu.
Toplumlar değişir, dönüşür. Tarih dediğimiz şey, bir anlamda bu değişim ve dönüşümlerin tarihidir. İnsanlar da, seçmenler de değişir; değişime ikna olur.
Değişime öncülük etmeye cüret edenlerin üzerinde yükselebileceği bir toplumsal yapı eğer bugünün Türkiye’sinde yoksa başka ne zaman var olur, bilemiyorum.