İ. Bülent Çelik
Sınırsız özgürlük iyi bişey değil!
Sayın Bakanımız çıkıp da “Tam kapanma artık tamamen sona erdirilmiştir!” diye açıklama yapınca ben kendimden geçmişim!
· · ·
Çünkü öyle bir anda ‘tam kapanmanın’ sona erip, ‘tam açılmanın’ başlatılacağına pek inanmamıştım.
Safiyane beklentim, yine böyle kademeli mademeli bir şeyler olur. “Şu yaş aralığı otobüse biner; şu abiler şu saatte evde olur; markete şu saatte girilir; parklara akşam üstü çıkılır gibi bir model ile geçiş yapılır” yönündeydi ki Sayın Bakan’ın “bitti!” cümlesi bende şok etkisi yarattı.
Yani ‘nargile’ ile ‘gece müziği’ dışında her şey bitmişti..
İnanılır gibi değildi!
· · ·
Hemen pencereye koştum! Dışarı baktım..
Pek bir değişiklik yoktu. Herşey normal seyrinde görülüyordu.
Koşarak depoya indim.
İki senedir el sürmediğim, kilidi örümceklenmiş balık malzemeleri kutusunu açtım.
· · ·
Dedim ya, özellikle de son bir yıldır, “şu memlekette sokağa, insan içine çıkmama uygulamasına en itaatkar, en saygılı iki kişi kimdir?” diye sorsalar, birinciliği Damat Berat ve benim aramda paylaştırırlardı.. Hadi üçüncülüğü de Ak Parti milletvekillerine verirlerdi ki hiç itirazım olmaz!
Korkudan neredeyse iki yıldır asansöre bile binmemiş olan ben şimdi balık tutmaya gidebilecektim.
· · ·
Kamışı çıkardım. Motorunu biraz yağladım. Misina, çapari, kurşunlar.. Hepsini aceleyle çantaya doldurdum. Küçük iskemlemi aldım. Kocaman da bir çamaşır kovası ekledim. Öylece bagaja atıp mendireğin yolunu tuttum.
· · ·
Sırtımda çantam, elimde kovam, tuzlu deniz rüzgarından kocaman bir nefes çekerek, park ettiğim yerden, mendireğin ucundaki kayalıklara doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım.
· · ·
Kayalara dizilmiş kıyı balıkçılarının birer ikişer oltalarını savurup yavaş yavaş geri çekişlerini, çaparilerine takılan balık sayılarını, kovalarında ne kadar balık doldurabildiklerini anlamaya çalışarak mendireğin ucuna geldim.
Biraz zorlanarak da olsa kayalıklara doğru indim.
Kendime bir boşluk bulup iskemlemi açtım.
· · ·
Önce biraz sağı solu, denizi seyredeyim, kim nasıl tutuyor, kaç gram kurşun takıyor, ne kadar mesafeye sallıyor, kaç metre dibe bırakıyor gibi detayları çözeyim, Amerika’yı yeniden keşfetme durumuna girmeyeyim diye ağırdan aldım.
İki senedir özlediğim bu atmosferin tadını çıkarayım, yedire yedire başlayayım diye düşündüm.
· · ·
Ama salkım salkım istavrit çekenleri görünce de fazla dayanamadım. Oltamı hazırlayıp denize doğru savurmaya başladım.
İlk üç-dört atış çaparimin kayalara takılması sonucu, malzeme kaybıyla geçti.
Sağımdaki, solumdaki balıkçılar, oltalarını dolu dolu çekmeye devam ediyorlardı..
Her seferinde iskemleme oturup, yeni fırdöndü, yeni çapari, yeni kurşun…
Karışan misinanın çözülmesi, bez ayakkabıya batan oltanın sökülmesi…
Velhasıl lojistik çabalarım epeyce sürdü.
· · ·
Birkaç saat geçmesine karşın bırakın tek bir balık tutmayı, henüz oltamı denize savurup geri sarma döngüsünü bir kez bile sorun yaşamadan tamamlayamamıştım. Ama sıkıntı etmedim.
Hafif, serin bir kuzey rüzgarı ile kayalara çarpan ince, isteksiz dalgaların harmanladığı iyotlu, nemli bulutu, ciğerlerime çektikçe öyle güzel bir hayal alemine girdiğimi hissediyordum ki, oltayı her savurduğumda sanki ayaklarım yerden kesiliyordu..
Meğerse bu bir his değil gerçekmiş!
Son yedek çaparimi takıp, oltayı bir hışım savurmamla, peeh peeh peh!
Ayaklarımın altındaki ıslanmış yosun ile ayakkabılarım arasında oluşan ters ivmenin etkisiyle önce havada bir ayakkabı ve bir bacak gördüm.
Tabi ki ikisi de bana ait!
Sonra mucize kabilinden, az hasarlı bir düşüşle kendimi serin Karadeniz deryasının içinde buldum.
Kırık çıkık yoktu. Çizikler kesikler vardı ama telefonu cebimden çıkarıp kayanın üzerine koymak gibi akıllı bir ön tedbir onların da acısını unutturmuştu.
· · ·
Çevreden yetişenlerin yardımıyla, ama daha çok kendi çabamla sudan çıktım.
Zaten vakit, planlamış olduğum gitme zamanına da yaklaşmıştı..
Üstüm başım sırılsıklam, kesik yerlerimden ince ince kan sızarken malzemelerimi toparladım.
Kovanın içindeki deniz suyunu denize geri boşaltırken yandaki balıkçı ile göz göze geldim!
“Kovayı da ne kadar büyük almışım!” diye bir pişkinliğe vurma ihtiyacı hissettiysem de vazgeçtim.
“Burnun kanıyor abi!” dedi..
Hızlı toparlanıyordum çünkü herkesin, rahatsızlık verecek şekilde, kaçamak bakışlarla gözlerinin bende olduğunu hissediyordum.
· · ·
Malzeme çantam sırtımda, boş kovam elimde, mendireğin upuzun beton zemininde otomobilime doğru yürürken geriye baktım..
Kuru beton zeminde, bastığım her nokta, elbiselerimden süzülen su ile gitgide azalarak da olsa bir gölleşme ortaya çıkarıyordu.
“Arabaya kadar azala azala biter!” dedim kendi kendime..
Sonra eve doğru çıkarken beni keyiflendiren bir sonuç çıkardım bu maceradan.
“Bugün tek bir balığın canına kıymak kısmet olmadı bana!” diye düşündüm..
Bu düşünce epeyce iyi geldi..
Yüksek sesle “Hayvanların bu en anlamlı gününde, tek bir balık benim yüzümden ölmedi!” diye gülümseyerek parmak salladım dikiz aynamdan kendime!
· · ·
“Yine de ani ve sınırsız özgürlük de iyi birşey değil!” diye düşündüm eve doğru yaklaşırken..
Burnumun kanaması kesilmişti.