İ. Bülent Çelik
Öfkeden deliriyoruz!
Aslında bulunduğumuz yer “toplumsal intihar sendromu”nun ikinci evresinin sonlarına doğru bir yer!
…
Nedir toplumsal intihar sendromu?
Toplumun kendini denize atarak fiziksel varlığına son vermesi değil!
Toplumun kötü yönetilmesi ve çıkış bulamaması sonucunda, toplumu oluşturan bireylerin, değerlerini, değer yargılarını, analitik düşünme yani kayıp kazanç hesabı yapma yeteneklerini bir anda kaybetmesi.
…
Burada sözünü ettiğimiz, sosyolojinin kurucularından ve İntihar olgusunu sosyolojik olarak inceleyen ilk bilim adamı Emile Durkheim’in “İntihar” isimli eserinde etraflıca anlattığı, sosyolojik etkileri ile birlikte incelenen bireysel intihar girişimleri değil..
…
İlk evresi aşırı politizasyon.
Çünkü geniş kitleler, bir şeylerin artık yolunda yolunda gitmediğini kendi ceplerinde daha yakıcı olarak hissetmeye başlıyor. Kafalarını kaldırıp, ortalıkta neler döndüğünü anlamaya çalışıyor.
…
İkinci evre, akut öfke patlamaları.
Mahallenize kadar yakınlaşan histerik, kavgalar, incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerle yaşanan cinayetler, mantık bağı kopmuş öfke patlamaları, gasplar, soygunlar ve sokakların giderek daha tehlikeli hal alan değişimleri bu evrenen özellikleri!
…
Üçüncü evre derin sessizlik.
Çözümsüzlüğün toplumsal bir kapanmaya dönüşmesi (Bakınız Arjantin), sıkıntılarla yüklenmiş bireylerin tüm eforlarını, can havliyle günü kurtarmaya yönelik faaliyetlere yönlendirmesi ve olup bitene aşırı duyarsızlaşması..
…
Sonrasında gelen bir dördüncü evre var ki, aman allah! Ne ben yazayım ne de siz okuyun!
Nereden, nasıl çıkacağı belli olmayan ufak bir kıvılcımın bir anda kontrol edilemez bir yangına dönüşmesi!
…
İşte o dördüncü evrede, becerikli krallar valizlere sığdırbildikleri ziynetleri ile faytonlarına binerek, bir süvari müfrezesi eşliğinde ülkelerinden kaçıyor, yakalanan tiranların başına büyük felaketler geliyor, Allah muhafaza, ortalık öyle yakılıp yıkılıyor ki, bizim buralarda, kimilerinin 'Gezi', diye damgalamaya çalıştıkları şey onun yanında, az biraz tantanalı bir piknik cesametinde değer buluyor..
…
Hasılı kelam, dördüncü evrenin sonunda, kaldırması uzun süren, kimsenin işine yaramayacak, 'dokuz şiddetindeki depremin yarattığından daha beter' bir enkaz geride kalıyor…
…
Şimdi biz ikinci evre ile üçüncü evre arasındayız!
…
Kim diyor bunu?
Ben demiyorum!
Toplumların davranışlarını inceleyen bilim dalı yani 'sosyoloji bilimi' diyor…
Ben okuduklarımdan, anladıklarımı tercüme ediyorum!
…
Hani kalp damarın tıkanınca, sana anjiyo ya da by-pass yaparak hayatını kurtardığı için ellerini yalayarak öptüğün profesör var ya, işte onun sosyoloji alanındaki muadilleri söylüyor.
İster inan ister inanma!..
…
Şimdi, "kesmeyin!" diye ağaçlara sarıldığımız bu evre geçecek..
Bundan sonra kısa bir sessizlik ve kabul evresine gireceğiz.
…
Sonra gelecek bir dördüncü evre var ki, toplumsal intihar sendromunun dördüncü evresi! Rabbim hiç bir memleketin başına vermesin!
…
Yöneticileri uyandırıyorum!
Vakit varken buradan geri dönmezseniz, vay halimize!..
…
Aha da buraya yazdım!
Atma recep din kardeşiz!
Biliyorsunuz, ekonominin kitabını yazan, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a, “Faiz sebep enflasyon sonuç!” şeklindeki üniversal ekonomi teorisi, bizzat kendi ekonomistleri tarafından, “sarımsaklı yaş pasta” şeklinde fırınlanıp, bir güzel yedirildi!
…
Sorumlu bir yönetici için bundan daha büyük bir ders olabilir mi?
Bilimsel temeli olmayan, uyduruk bir önermenin peşine takılan bir lider için; enflasyonu, fakirliği, ekonomik dengeleri kısa bir sürede altüst eden, ek bütçe üzerine ek bütçe talep ettirecek kadar ödeme dengelerini bozan, milli parasını pula çeviren, sonucunda daha önce her biri ile bir vesile kanlı bıçaklı olunan arap şeyhlerinden para arayışı için yollara düşüren, ülkesini bir anda dev bir ekonomik yıkıma sürükleyen, bundan daha büyük bir ders tasavvur edilebilir mi?
…
Bu dersten sonra, tam, Reyiz’in yerinde ben olsam gayri öyle büyük laflar etmem, diyecektim ki, kendisini son Bakanlar Kurulu ardından kürsüde, memleketi nasıl da mükemmel yönettiklerini anlatırken gördüm!
…
Hatta süreçle ilgili bir tespitini duyunca, ne dersi, ders zilini bile duymadığını anladım!:
Diyordu ki: “...Dikkat edilirse bu süreçte asla ödün vermediğimiz iki husus vardır. Bunlardan biri istihdamdır, biri de büyümedir!..”
…
İşte tam da yazının başlığının hakkını veren cinsten bir tespit!
…
Çünkü bu ikisi, Cumhuriyet tarihinde hiç reel olarak bu kadar kötü olmamıştı!
Bunu ekonomistlere sormaya bile gerek yok!
Girin internete, üstelik resmi verileri esas alarak ufak bir gözlem yapın!
…
Göreceksiniz ki, Cumhuriyet tarihinin işsizlik rekoru bile, hem de TÜİK verileriyle, 2019 yılında bu iktidar tarafından kırılmıştı.
…
Yine bu iktidarın %5 civarındaki 20 yıllık büyüme ortalaması, Cumhuriyet’in kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar geçen, Osmanlı’dan kalan düyun-u umumiye borçlarının dahi ödendiği ilk 18 yılın ortalaması olan % 7,85’’in yanına bile yaklaşamamıştı.
…
Benim anlamaya çalıştığım şey şu:
En hafif tabiriyle, ‘gerçeğin tam tersi’ olan ve dolayısıyla azıcık dünyadan haberdar hiç kimsenin inanmadığı, ‘kör parmağım gözüne’ bu verileri, Cumhurbaşkanı kendi mi hazırlıyor, yoksa Saray’da, milyonlarca lira maaş alan danışmanlar mı hazırlayıp ona açıklatıyor?
…
Hoş iki seçenek de birbirinden fecaat ya!
Acı ama gerçek!
Pek çok kişinin, özellikle de gençlerin çok sevdiği deprem Profesörü Celal Şengör, Fatih Altaylı'ya 'İstanbul'dan "kaçma" planını' anlatmış.
…
Fatih Altaylı, YouTube programında, Hoca'nın: "Kütüphanem çok değerli, en azından onu İstanbul dışına taşıyıp kurtarayım! Kendim de Assos'daki evimde yaşayayım" dediğini söylüyor.
…
İstanbul’daki evi Boğaz'a karşı bir villa, zemin kayalık, ünlü bir mimar çizmiş, inşaatına bizzat refakat etmiş, ama bırakıp "kaçıyor!.."
…
İstanbul'da yaşayanlara söylüyorum!
…
Dünyadaki ciddi üniversitelerin yarısının: "Hocam gel bizde ders ver, parası neyse verelim!" diye ısrarla okullarına davet ettiği koskoca deprem profesörü İstanbul'dan kaçıyor.
…
Siz ondan daha fazla ne biliyorsunuz da İstanbul'da oturmaya devam ediyorsunuz abisi?
Yuh olsun bize!
Hani İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybederdi?
Tayyip Erdoğan’ın özlü sözlerinden biri olarak arşivlere kaydedilmişti bu önerme!
Herkes de inanmıştı!
…
Oysa AKP İstanbul’u kaybetti ama Türkiye’yi kaybetmedi!
…
Ya Reyiz’in önermesinde bir sıkıntı vardı ya da bir yerlerde başka bir yanlışlık yapıldı!
…
Hayır, aslında becerip, “adama” kendi önermesini bile doğrulama bahtiyarlığını yaşatamadık!
“Ben demiştim!” dedirtemedik!
Bugüne kadar ne dediyse, istikrarla tersini gerçekleştiren zatı muhteremin, bir sefercik olsun dediğini tutturmasına imkan vermedik!
Yuh olsun bize!
El yükseltme
Seçimden sonra, Millet İttifakı’nın, CHP dışındaki şefleri, akıllarına ilk gelen, en kolay, en palyatif stratejiyi uygulamaya koydular.
…
“Belediye başkanlığı seçimlerine tek başına, parti logomuzla gireceğiz!”
…
Bu; ilçe düzeyinde birkaç istisna dışında hiç bir başarı şansı olmayacağını, geçmiş tecrübelerimizle ezbere bildiğimiz modeli, neden temcit pilavı gibi masaya koyup duruyorlar?
…
El yükseltiyorlarmış!
…
Yani Türkçe meali şu:
“Biz şimdi böyle diyoruz ama siz aldırmayın. Yüzde üç, yüzde beş oy potansiyeli ile ‘tek başına’ seçime girmenin anlamsız olduğunu biz de çok iyi biliyoruz. Ama belediye başkan adaylıklarını paylaşma aşamasında, daha yüksek bir pay kapabilmek için blöf yapıyoruz!”
…
Şimdi bu el yükselten arkadaşlara sesleniyorum!
Karşında, neler yapabileceğini, yaptıkları ile göstermiş, kazanmak için her şeyi ama her şeyi, sınır tanımaksızın deneyecek, elinde devletin tüm olanaklarını hiçbir beis duymadan seferber edebilen, bütün güçleri elinde tutan bir yapı var!
…
Tam hakim olamadığı tek şey vatandaşın kahir ekseriyesinin elindeki bir oy!
…
Bu koşullarda, bu gigantı, bu “King Kong”u yenerek vahşi bir cangılın içinden prensesi kurtaracaksın!
Bu hikayede sana tanımlanan görev bu!
Milletin büyük çoğunluğu da artık senin prensesi kurtarmanı bekliyor!
…
“El yükseltmek” gibi ucuz bir pazarlık oyunuyla bu insanların ellerindeki oyu yırtıp atmalarına neden olduğunun farkında değil misin!..