Ahmet Kasım Han

Ahmet Kasım Han

Ne, nerede ve neden ters gidebilir

Her ne kadar ayırt edici özelliklerinden biri cebir tekeli olsa da siyasal iktidar barışçıl ve rızaya dayalı bir yöne sahiptir. Bu özelliğinin temel kaynağı meşruiyetidir. Kuşkusuz özellikle içerisinde yaşadığımız imaj çağında “karizma” unsurunun da önemli olduğu söylenebilir. Ancak, karizma bir otorite kaynağı olsa da bu otoritenin siyasal iktidarın tek veya birinci kaynağı olması arzu edilir bir durum olamaz. Burada ilk ayrım şudur; en azından demokratik toplumlarda, söz konusu karizmanın atfedildiği kişi esas itibariyle bir kısım insan, kendisine veya temsil ettiği siyasal harekete oy verenler, için böyledir. İkincisi, siyasal iktidarın kaynağını kişisel “karizma” unsuruna yüklemek kolaylıkla otoriterleşebilecek bir kişi kültünün önünü açabilir. Bir defa bu yöne gidilmeye başladığında nerede durulacağı meselesi gerçek bir sorun haline gelebilir. Yönetenlerin karizma, daha iyisi yaygın kabul gören bir saygınlık, sahibi olması kuşkusuz olumlu bir durumdur. Ancak, karizmanın ötesinde saygınlık sahibi oldukları bir durumda bile demokraside siyasal iktidarın çerçevesi yasal, kurumsal, hiyerarşik biçimde ve bunlara tabi olarak çizilmelidir.
İktidar bu çerçevenin içerisinden ve ona tabi olarak ortaya çıkmalıdır. Bu kurumların yapısının neye benzeyeceği toplumun sahip olduğu norm ve değerlere bağlıdır. Meşruiyetse toplumun söz konusu iktidarın davranış biçiminin bunlara uyumlu görmesi ve bu konuda bir uzlaşının var olmasıyla sağlanır. Belli bir siyasal sistem içerisinde iktidara talip olan siyasetçiler, ön kabul olarak, söz konusu norm ve değerleri siyasal olarak koruyup destekleyecekleri yönünde bir taahhüt vermiş olurlar. İktidarın toplumdan beklediği itaat bu demokratik meşruiyetin karşılığıdır. Açıkça bu taahhütte bulunmayan siyasi hareketler olabilir mi? Olabilir. Ancak bunların meşru siyaset dairesi içerisinde kabul edilip edilmeyecekleri toplumda en azından tartışma yaratacaktır.
◼ Siyasal iktidar demokrasilerde nasıl işler?
Mevzumuz siyasal iktidar olduğu için haliyle bahsettiğim norm ve değerler siyasal yaşamı ilgilendiren, onun çerçevesini ve süreçlerini belirleyen norm ve değerlerdir. Bunların kaynaklarıysa sosyolojik, tarihsel, kültürel deneyimle belirlenir ve zaman içerisinde dönüşür. Dönüşümün olumlu karşılanması için ilerici bir karakteri olmalıdır. Burada ilerlemeyi “olumlu” bir kavram olarak algılamak için söz konusu dönüşümün toplumda siyasal katılımın daha da fazla yaygınlaşmasının önünü açması ve/veya ekonomik fırsat eşitliğinin gelişmesine katkıda bulunması gerekir. Siyaset dediğimiz aslında bu iki konuda -katılım ve fırsat eşitliği- yürüyen bir toplumsal mutabakat arayışıdır. Türkiye gibi temsili demokrasilerde toplumun değişik katmanları arasında onları temsil eden seçilmişler arasında siyasal sistem dahilinde yürüyen müzakereler vasıtasıyla sürer. Pratikte ideal ve bütüncül bir mutabakattan ziyade uzlaşı ve rıza üretmeyi hedefler. Gerçekçi olmak gerekirse toplumun bütününün üzerinde uzlaşacağı bir önerme ne kuramsal ne de fiili olarak mümkündür zira. Uzlaşıysa genellikle karşılıklı tavizler verilmesi suretiyle ortaya çıkar. Bu sürecin sonunda demokratik sistem sadece inşa ettiği uzlaşılar üzerinden siyasal karar ve rıza üretmekle kalmaz. Çıktılar katılımcı ve genellikle tavizleşmeye dayalı, uzlaşmacı bir süreçle ortaya çıktıklarından sadece hâkim görüşün destekleyicileri değil, azınlıkta kalan fikirlerin sahipleri de kendilerini sürecin ve sistemin parçası hissettiklerinden kararların meşruiyetine yönelik algı kuvvetlenecektir. Bu da kararlara uyulma eğilimini, itaati yaygınlaştıracaktır. Bu tavizleşerek uzlaşma işi çoğunlukla doğal bir refleks değildir. Genellikle toplumlar bunu tarih içerisinde bedel ödeyerek öğrenirler. Siyasetin görevi bu bedeli sınırlamaktır. Bu sebeple demokratik siyasetin temel fonksiyonu söz konusu süreci önce işler, ama eşit derecede önemlisi işlevsel, tutmaktır. Tüm bunların amacı ve sonucuysa süreci işleterek “toplum sözleşmesi” olarak ifade edilecek birlikte yaşama iradesini yaygınlaştırmak ve kuvvetlendirmektir.
◼ Siyasetin amacı ne ola ki?
Bu nedenle, siyaset erbabının genelde inanmaya mütemâyil olduğu gibi siyasetin amacı iktidara gelmek değildir. Siyasetin amacı toplum sözleşmesini güçlendirerek bir sonraki döneme aktarmaktır. İktidar ise bunun aracıdır. İktidarın amaçlaştırılması doğrudan demokrasinin araçsallaştırılması sonucunu doğurur ki bunun sakıncalarını bir önceki (9 Mayıs) yazıda ele almıştım. Netice itibariyle şurası muhakkak ki siyasetin amacının toplum sözleşmesini kuvvetlendirmek ve bunu yapmak için rıza ve uzlaşı üretmek olması toplumsal bağların oluşmasını kolaylaştırır, iş birliğini artırır ve böylelikle toplumun, dahası demokrasinin ve devletin bekasını mümkün kılar. Hulâsa siyaset yapanların iktidarı amaçlaştırmasının doğrudan sonucu toplumsal bekanın tehdit altına girmesidir. Belirtmem gerekir ki burada iktidarı hedeflemek iddiasından bahsetmiyorum. Bunu kendi içerisinde kendilerine münhasır bir hak, sahip olmaları, bir defa sahip olunca bu hali sürdürmeleri gereken bir imkân olarak kendi içerisinde ona bir amaçsallık yüklemelerinden bahsediyorum. Diğeri, iddia, elbette siyaset açısından doğal ve beklendik bir durumdur.
◼ Toplum siyasetle neden ilgilenir, ilgilenmeli midir?
Demokrasiyi basitçe tarif ettiğimizde onu oluşturan kelimelerin manasına dayanarak, “halkın kendi kendisini yönettiği” bir siyasal sistemden bahsettiğimizi söyleyebiliriz. Ancak, bu tanımın basitliği tarif edilenin kolay bir iş olduğu anlamına gelmiyor. Bu sadece neticede etkilenecek toplumsal çıkarların ve ortaya çıkacak çıktıların büyüklüğü ve önemiyle sınırlı bir tespit de değil. Siyasal sistemin tarafı olan, onun süreçlerine, mesela seçimlere, katılan bireylerin, siyasal tercih ve davranışlarıyla kapasiteleri, çıkarları ve tercihleri doğrultusunda onun ürettiği çıktıları küçük veya büyük ölçüde etkileyebileceklerine inanıyor oldukları düşünülmelidir. Bu da sistemin işlediğine, işlevini gördüğüne dair bir algının kanıtıdır.
Süreçlere katılımın yüksekliğiyse sistemin meşruiyetini güçlendirdiği gibi, siyaset kurumu üzerinde ciddi bir kontrol de oluşturur. Yasalar ne kadar iyi olurlarsa olsun eğer bireyler kendi yasalarını ortaklaşa yapmakla ilgilenen, siyaseten aktif, vatandaşlar olmazlarsa, bu “iyi” yasaların ürettikleri sonuçlar hiçbir zaman arzu edildiği gibi olmayacaktır. Tüm bunlar demokrasinin işlemesinin, demokrasinin ne olduğuna ve haklarına dair bilinç sahibi bireyler gerektirdiğini gösterir. Bu bağlamda siyasetin bir ödevi de eğitim sistemini kendi ideolojik meşrebine göre bir toplum mühendisliğinin aracı olarak görmektense, söz konusu yöndeki bilincin yaygınlaştırılmasının vasıtası olarak yapılandırıp, yürütmektir.
Ayrıca, sistemin işleyişi bakımından halkın gerçekten kendi kendisini yönetmekle ilgilenmesinin teşviki de siyaset kurumunun sorumluluğudur. Ancak bundan çıkarılacak sonuç halkın bu noktada sorumluluk sahibi olmadığı değildir. Neticede kendi kaderini tayin üzerinde münhasır bir hakkı olduğunu unutan veya ters yönde itilip kakılmaya razı gelen bir siyasal topluluk neticede kendisini zorbaca yönetmek isteyecek yöneticiler bulmakta sıkıntı çekmez. Bu türden yöneticiler, siyasetçiler seçimler sonucunda ortaya çıkan sonuçları onlara saygı göstermenin ve kuşkusuz meşruiyetlerini tanımanın ötesinde, kutsamak eğilimine ziyadesiyle sahiptir. Ancak çoğunlukla burada kutsanan kamuoyunun tercihlerinden ziyade bu tercihlerin sonucunda kendilerine tanındığına inandıkları hareket serbestisidir.
Gerçekteyse demokratik süreçler sonucu elde edilen gücün kullanımı daima yasal, hatta bundan öte, itiraz edilebilir ve muhakkak denetlenebilir olmalıdır. Aksi takdirde egemenliğin ulusa ait olduğu fikri tartışmaya açılabilir hale gelir ki o noktadan itibaren sistemin demokratik özü zarar görmeye başlayacaktır. Bu mesele bir sonraki yazının konusu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Kasım Han Arşivi