İ. Bülent Çelik
MİZAH VE ZÜLFÜ LİVANELİ
Ben gençliğim boyunca Zülfü Livaneli’nin hayranıydım.
Hala da hayranıyım..
Onunla aynı gazetelerde yazıp çizme maceram oldu. Ama bu kadar yakınlarında olmama rağmen oturup boylu boyunca sohbet etme şansını ne yazık ki hiç yakalayamadım.
Amacım Zülfü Livaneli’ye övgü düzmek değil..
Zaten muhtemel ki Zülfü Livaneli, toplumdan sevgi görme konusunda bir eksiklik yaşamadı.
Ama toplum ondan alabilecekleri konusunda ne yazık ki derin bir yoksunluk ve hovardalık içinde!
Onun hayatı yorumlayışının, yaşadığı topluma örnek teşkil edecek tecrübelerinin ve felsefesinin topluma aktarım kanalları, olabildiğince tıkalı..
“Kitapları, filmleri makaleleri var, daha ne olsun?” diyeceksiniz..
Ama kazın ayağı öyle değil. Bu ayrı bir yazı konusu..
Sözün özü, Zülfü Livaneli gibi kanlı canlı bir değerimiz var -nice yıllar var olsun- ama genç kuşaklar bu değerden yeterince yararlanamıyorlar.
Böyle bir savurganlık lüksümüz var mı?
Sonra sanatla, insanlıkla, vicdanla, zerafetle törpülenmemiş ruhlar hastane kapılarında, ellerinde silahlarla doktorlara saldırıyor!
Bu gençliğe yıllar yılı Livaneli ve benzeri aydınların eserleri yerine Kurtlar Vadisi izletirseniz daha farklı bir sonuç bekleyemezsiniz!
• • •
Merkez Bankası bir gün rezervini düzeltir.
İhracat rakamları bir gün yerini bulur.
Milli hasıla bir gün iki katına çıkar..
Ama Yaşar Kemal’den “O yar Gelir” türküsünü bir daha işitemezsiniz!
Nazım Hikmet’ten henüz kağıda dökmediği, kayıp bir şiiri onun sesinden dinleyemezsiniz!
Değerler yitip gitmeden toplum onlardan alabileceklerini sonuna kadar almaya çalışmalı.
Karşılığında, onlar henüz yaşarken saygı ve minnettarlığını ifade etmeli..
Bu toplumun ve toplumun değerlerinin karşılıklı alacak-verecek meselesi..
Bu alışverişe mani olacak iktidar ya da yasa yok!
Mazeret yok!
• • •
Vatan Gazetesinde uzun süre birlikte çalıştık.
Gazetenin kuruluşunun beşinci yıl dönümüydü sanırım, yayın yönetmeni benden, birinci sayfa için tam sayfa bir karikatür talep etti. İçinde gazetenin çalışanları yanında yazarları yöneticileri de karikatürize edilsin istedi..
Gazetenin birinci sayfasına koskocaman panoramik bir gazete binası karikatürize ettim. Bülent Arabacıoğlu’nun Gırgır dergisinde döktürdüğü türden, çalışanları, yazarları yöneticileri olduğu gibi çizip yorumladım.
Yayınlandığında çizdiğim bazı yazarlarla ufak tefek sorunlar bile yaşadım.
Aynı katta çalıştığımız halde Müge Anlı, yazı işleri toplantısında kendisini, “kırmızı telefon kırmızı mı?” şeklinde konuşturduğum için benimle bir kaç ay selamlaşmadı. Selahattin duman onu “sarı kırmızı civciv” olarak çizdiğim için köşesinden karşı atağa geçti. Espriyle de olsa ismimin başındaki “İ”nin manasını sordu.. Yine bir iki kadın yazar karikatürlerini yeterince güzel bulmayıp itirazlarını bizzat gelerek aktardılar!.. Neredeyse dayak yiyecektim!
Ortak duygu şuydu:
“Neden bizi de Zülfü Livaneli gibi havalı çizmedin?”
• • •
O çizimde Zülfü Livaneli’yi, Gazete binasının üzerinde uçmaya hazır bir Süperman olarak resmetmiştim.
Göğsünde S yerine Z harfi ile..
• • •
Nedeni açık:
Efsane bir besteci, yorumcu ve saz üstadı,
Efsane bir makale yazarı ve romancı,
Efsane bir senarist ve yönetmen,
Efsane bir uluslararası sivil toplum ve siyaset insanı..
Ve daha bilmediğimiz nice kişisel efsanelikler..
Bir insan elini attığı her konuda mı en üst düzeyde başarılı olur birader?
Nasıl çizecektim ki?
• • •
Tiyatroların, oyuncuların, dizi ve film sektörü çalışanlarının en zor günlerini yaşadıkları bu felaket sürecinde, ‘Kavuk değişimi’ olayı, topluma ucundan da olsa mizah’ın ve mizah ustalığının önemini yeniden hatırlattı.
Mizahın amacının sadece güldürmek ve eğlendirmek olmadığını, mizahçının yaşadığı toplumun sağlığı ile ilgili bir derdi olması gerekliliğini, bu derdi hissedenlerin başına daha yakın geçmişte Müjdat Gezen ve Metin Akpınar başına gelenlerin gelebileceğini, bunu göze almayanların bu yola baş koymaması gerektiğini bir kez daha anımsadık.
Ben de işte tam bu noktada, bu durumu en iyi anlatan, etkileyici ve geçerliliğini yitirmeyen efsane bir Zülfü Livaneli makalesinin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim:
“…Charlie Chaplin ve Adolf Hitler 20. Yüzyıl’ın iki önemli figürüydü. Her ikisi de yüzyıla damgasını vurdu. İkisi de aynı yıl, aynı ayda, dört gün farkla doğdu. Birbirlerine benziyorlardı. Renkleri, ufak tefek oluşları, badem bıyıkları…
Şarlo’nun, Hitler’i canlandırdığı “Diktatör” filminde ona ne kadar benzediğini hatırlayın. Her ikisinde de büyük kitleleri etkileme yeteneği vardı. İnsan yığınlarını peşlerine düşürebiliyorlardı.
Hitler, Almanya’ya davet edilmiş olan Şarlo’nun ülkeye girişine izin vermemiş, bütün filmlerini yasaklatmıştı. Yakınlarına “O bir oyuncu değil, politikacı…” diyordu. Şarlo’nun Hitler hakkındaki yorumu ise şöyleydi: “Hitler çağımızın en büyük oyuncusu.”
O zamanlar, politikayla oyunculuğu bir arada yürüten iki adamdan birisi, gücünün doruğunda ülkeler zapteden bir ordunun komutanı, öteki ise dünya halklarını güldüren bir palyaçoydu.
Hitler’in yıldırım orduları, SS’leri, savaş uçakları, gaz fırınları vardı. Hiç yıkılmayacak gibi görünen bir dünya düzeninin başında, mağrur ve muzaffer duruyordu.
Şarlo’nun ise başı beladaydı. Filmleri yasaklanıyor, hatta ünlü Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komisyonu onu suçluyordu. Suçlama nedeni ise belliydi: Kışkırtıcılık. Onlara göre Şarlo bir provokatördü. Şarlo komisyona bir telgraf çekmişti: “Evet! Ben bir kışkırtıcıyım, bir barış kışkırtıcısı.”
Hitler yüzyılın en büyük felaketini hazırlarken, dünya savaşını kışkırtarak alkışlanıyor, Şarlo ise hiçbir gücü olmayan bir sanatçı olarak barışı savunduğu için suçlanıyordu.
Şimdi 21. Yüzyıl’ın başlangıcında duruma bakıyoruz. Geleceğe devredeceğimiz miras, Şarlo denen o ufak tefek adamın varlığıyla onurlanıyor. Şarlo insanlığın onur anıtlarından, büyük klasiklerinden biri oldu. Hitler ise sonsuza kadar “sapık bir katil” olarak damgalandı. Orduları, üniformaları, hükmettiği mahkemeleri onu kurtarmaya yetmedi.
İşte size iki insanın öyküsü… Birbirine çok benzeyen iki insanın. Bugün Şarlo’nun olağanüstü gücüyle, Hitler’in zavallılığını yan yana getirebilir misiniz hiç?
İşte bu mucizeyi sağlayan şey insanoğlunun vicdanı. İmparatorlukları, zulüm krallıklarını deviren mekanizma, insanın, daha iyiye, daha güzele ve daha doğruya olan inancı.
Eğer böyle olmasaydı, Hitler’ler hep başımızda kalırdı. Şarlo’lar da hep sürünürdü…”