Burak Soyer
“Kimlik bizi bugüne bağlayan bir ayna yalnızca, zaman zaman o aynayı gerçek sanıyoruz”
Can Merdan Doğan’ın birçok festivali ödül toparlayarak gezdiği kısa filmi Stiletto, son olarak Dublin Film Festivali’nde de En İyi Uluslararası Kısa Film Ödülü’nü aldı. Başrollerinde Murat Kılıç ve Nihal Yalçın’ın oynadığı film, içinde kıpraşan arzuları ve toplumun ‘arzu’ları arasında kalmış taksici Hasan’ın yaşadıklarını bir çift ‘stiletto’ üzerinden anlatıyor.
Hepimizin içine aslında kendi isteğimizle girdiğimizi sandığımız ama ‘başkaları’ tarafından bize ‘giydirilen’ ‘kalıplar’ımız var. Onlarla var oluyoruz, onlarla yaşıyoruz. Bu ‘sanrı’ sebebiyle doğal olarak bir koruma kalkanı da oluşturuyoruz ‘kalıp’larımıza. Böylece kimse dokunamıyor onlara. X, Y, X… Harflerden kalıp üretmek serbest. Dokunmak yasak. Ama biri çıkıp onu yıkmaya çalıştığında, “Yok baba, ben böyle takılıyorum,” dediğinde, “Bir dakika!” uyarısı o ‘başkaları’nın gözlerinde cayır cayır yanmaya başlıyor. Can Merdan Doğan’ın yazıp yönettiği, birçok festivalden ödülle dönen filmi Stiletto, işte bu ‘kalıp’ları yıkmaya girişen bir film. Stiletto son olarak da Dublin Film Festivali’nde En İyi Uluslararası Kısa Film Ödülü’yle döndü.
Başrollerinde Murat Kılıç ve Nihal Yalçın’ın oynadığı Stiletto’da taksi şoförü Hasan’ın bir gün kırmızı ışıkta beklerken stiletto giymiş bir kadın görmesiyle içinde bir şeylerin kıpraşması sonucunda gelişen olayları gayet ‘sallamayan’ bir dille anlatan Stiletto’yu, yönetmen Can Merdan Doğan’la konuştuk.
Münih sokaklarında dolaşırken bir çöp kutusunda bir çift topuklu ayakkabı görüyorsunuz. Ne canlandı o an kafanızda?
Pandeminin başında zor bir süreç yaşadım. Hem pandeminin getirdiği belirsizlikler hem de sağlıkla ilgili yaşadığım sorunlar beni kendimle ilgili bir yolculuğa çıkardı. Bir yandan tezimin en önemli kısmını yazıyordum, öte yandan da ne zaman kendi korkularımı aşıp, her şeyi çok ciddiye almayı bırakıp hayalim olan yönetmenliğe bir adım atabilirim diye düşünüyordum. Korkularımdan, kendimden olan yüksek beklentilerimden, başkalarını eleştirmeyi bırakıp merkezime dönüp ‘sen ne istiyorsun?’ diye kendime sorduğum bir noktada, ‘ben’i daha çok sevmeye başladığım başka bir yolculuğa evrildi süreç. Biriktirdiğim her şey o çift topuklu ayakkabıya soluk verdi. O an kafamda canlanan bir hikâyeden fazlasıydı belki de. Nesnelerle insanların ilişkisi, onlara atfettiğimiz anlamlar, Kadir Has’taki master sürecimden beri ilgimi çekiyordu. Fenomenoloji yani. Reha Erdem üzerine yazdığım tezimde, Erdem’in ergen karakterlerinin ‘nesneler’ aracılığıyla aradığı imkâna dair bir tez yazmıştım. Nesnelere olan merakım, nesneleri kutsadığım için değil, nesnelerin insanlarla olan ilişkisini ilginç bulduğum için hep vardı. Bu hikâye o gördüğüm bir çift topuklu ayakkabıda özetlendi. Ama arkasında birçok okuma, süreç, kabullenme, sevme, taşınma, tersyüz etme, itirazlar, terapi var. (Gülüyor)
Sonra Stiletto’ya kafa yorarken, “Bir nesne kim olduğumuzu tarif edebilir mi?” sorusunu soruyorsunuz kendinize. Tarif ediyor mu sizce?
Etmiyor, bir yanılsama yaşatıyor. Kimlik meselesinin ilginç yanı, insanın bir yere ait olduğu ‘güven yanılsaması’nı yaşatması hepimize. Bir tür ‘biz’ olma duygusu yaşatıyor. O ‘biz’ ama her zaman ‘siz’i yaratıyor! Sorun burada başlıyor. O zaman herkesin kendini tarif etme çabası ve bunun çatışması doğuyor. Çatışmak güzeldir, ama bu dikte etmeye dönmediği sürece. Bana hep bu çatışmalar bir dikte etme çabası gibi geldi çocukluğumdan beri. Bu beni hep yaraladı hayatım boyunca. Karşı tarafın bu yanılsamayı bu kadar ciddiye alıp, kendi kimliğinin de aslında öğretilmişliklerden, dogmalardan ibaret olduğunu fark etmeden, bana -bize- hesap sorması ürkütücü bir şey. Bugün yine Rusya ve Ukrayna savaşında aynı ulusal kimlik sosuna bulanmış vampirliğin insanlığı nerelere taşıdığını görüyoruz. Kimlik kurguları kimilerine diğerlerinden hesap sorma gücünü, hadsizliğini veriyor. Sorunuza dönersem, hayır bir nesne bir insanı tarif etmemeli; nesneler bizim oyuncaklarımız. Hepsi bu. Günün sonunda Hasan’ı tarif eden bir çok şey var. Onun sevgi dolu babalığı bunlardan biri.
Stiletto’yu çekmeye niyetlendiren bunlar mıydı? Dert ettiğiniz mesele neydi?
İfade ettiğim gibi, kimliklerin bir tür kurgu olduğunu seyirciye hissettirmek. Aslında ‘şeyleri’ o kadar da ciddiye almamak gerektiğini ifade etmek. Bırakmak, akışkan olmak, tanımlamamak…
Stiletto’nun bir ‘kimlik’ sorgulamasından, o ‘kimlik’e bir alan açma çabasından çok ‘kimlik’ tanımının tamamını alt üst ettiğini düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Çok doğru. Amin Maalouf’un ‘Ölümcül Kimlikler’de ifade ettiği gibi, kimlik bizi bugüne bağlayan bir ayna yalnızca, zaman zaman o aynayı gerçek sanıyoruz. Kimlik sadece bir yanılsama, esas önemli olan özümüz. Özün de ne cinsiyetle, ne inançla, ne saç rengiyle ne de bir çift topuklu ayakkabıyla ilgisi var. Bu aynı zamanda da bir yüzleşme benim için. Tabii ki çok tanımladığım, kategorize ettiğim, yargıladığım yollardan geçerek buraya ulaştım. Herkesin benim gibi olmasını istediğim bir diktatörü öldürmem gerekti içimde. On yedi yaşımdayken babama yine bir şeyden dolayı itiraz ediyordum, ama onun hiçbir dediğini dinlemek istemiyordum. Babam asker emeklisi ve tartıştığımız siyasi bir konuydu. Galiba onu faşist olmakla suçluyordum. Sonra nefes nefese kalıp sustum. Durdu baktı bana ‘Asıl faşist sen misin ben miyim dedi? Dinlemeye bile tahammülün yok’ dedi. Savunduğunuz her şeyde, her ideolojide, ciddiye aldığımız noktaların, başkaları için bir anlam ifade etmediğini unutmamak gerekiyor. Birbirimize farklılıklarımızla saygı duyalım klişesine düşmeden diyorum ki, insan olmamız yeterli. Yani ne AB, ne Nato ne Rusya ne Ukrayna… Birilerinin canı yanıyorsa, o noktada onların rengine, inancına bakmadan bizim de canımız yanıyorsa, o zaman kimlik meselesini aşmışız demektir.
Yukarıdaki soruyla ilgili olarak sanırım ilk defa kuir sinemada bir ‘mağduriyet’ durumu görmüyoruz. ‘Mağrur’ da görmüyoruz. Böyle düşününce yukarıdaki ‘kimlik altüst etmenin’, bana göre bunları ‘sallamama’nın görüntüsü daha da netleşiyor sanki. Katılır mısınız bu görüşüme?
Evet katılıyorum. Bu hissin geçmesi mutluluk verici.
Filmi izledikten sonra yüzümde ister istemez bir tebessüm belirdi. Sorduğunuz “nesne”nin aslında teferruat bile olmadığını düşündüm. Özellikle Nihal Yalçın’ın Murat Kılıç’la diyaloğunda bir ‘norm’ sillesiyle karşılaşıyoruz ve bunu yadırgamıyoruz ama son sahnede nedense bir şaşkınlık hatta “Yok canım sende,” durumu oluyor. Çok mu ciddiye alıyoruz kendimizi, bu mevzuları?
Maalesef evet. Toplumca hassas noktalarımız var (Gülüyor). Ama nedense aynı toplumda başka insanların başka hassas noktaları olabileceği aklımıza gelmiyor. Hepimiz faşistlik yapıyoruz birbirimize. Halbuki bunların her birinin toplumsal yapılarca şekillendiğini görsek, bir kutuyu açsak ve aslında meselenin ne kadın ne erkek olmak ötesinde başka bir yerde saklı olduğunu kavrasak, sanırım ciddiye almayı bırakırız. Şu sözü çok seviyorum: “Kırdığın yerden bir gün kırılırsın!” Çünkü Aysel karakterinin de kırılacağı birçok yer var, birçok gizi var belki de… Belki Hasan da bir gün Aysel’i keşfedecek.