Derya Kömürcü
Gezi Toplumun Özgürlük Talebidir
Neoliberalizm, 1980 sonrası Türkiye’de yaşanan tüm dönüşümlerin, mücadelelerin, kazanç ve kayıpların zeminini oluşturan belirleyici ideoloji oldu. Örgütlü mücadele ve kurumlar zayıflatıldı, siyasal özne yeniden tarif edildi. Refah devleti politikaları askıya alındı. Hukuk devleti anlayışı kökten değişime uğradı.
Finansal ve ticari serbestleşme, özelleştirmeler, deregülasyon, kamu harcamalarının kısılması gibi konular yaklaşık 40 yıldır insanların yaşamlarına yön veren tartışmaların temel unsurları haline geldi. Isparta’nın günlerce elektriksiz kalması da dört milyona yakın hanenin elektriğinin kesilmesi de bu süreçten bağımsız gerçekleşmedi.
Piyasa, rekabet, birey vurgusunun yanında neoliberalizmin temel karakteristiklerinden biri de giderek otoriterleşen bir yönetim anlayışını hayata geçirmesi oldu. Bu otoriter yönetim anlayışı, 12 Eylül askeri darbesinin ardından tesis edilen yeni siyasal rejimin dayanak noktası oldu. Bu dönemde Türkiye kapitalizmi dünya piyasalarına entegre olurken, yeni siyasal rejim de bu entegrasyonun önündeki engellerin kaldırılması ve neoliberal projenin topluma nüfuz etmesi için gerekli ortamı sağladı. Ülkedeki birikim ve bölüşüm ilişkileri kökten değişime uğrarken bu değişimin siyasal-ideolojik, hukuki, toplumsal ve kültürel düzlemlerde radikal yansımaları oldu.
42 yıl önce bir askeri darbe sonrasında hayata geçirilen o siyasi proje, bugün en gelişkin haliyle AKP iktidarı altında Türkiye siyasetine yön vermeye devam ediyor. 12 Eylül rejimine hayat verenlerin hayalini kurup da elde edemediği imkânlar, bugün Türk tipi başkanlık rejimi altında siyasal iktidarın emrinde, her türlü muhalefeti bastırmanın aracı haline gelmiş durumda.
Bunun en son örneğini Gezi davası sürecine ve mahkemenin kararına şahit olarak yaşadık.
Kısaca “Gezi” olarak adlandırılan o toplumsal eylemlilik süreci, o dönem için 10 yıllık AKP iktidarının otoriter eğilimlerine karşı çıkan geniş halk kesimlerinin harekete geçmesinden başka bir şey değildi.
Taksim Gezi Parkı’ndan tüm ülkeye yayılan toplumsal hareketliliğin özeti, uzun süre biriken ve birdenbire patlayan bir özgürlük arayışıydı. Yasaklara, aşağılanmaya, hor görülmeye, ötekileştirilmeye karşı özgürlük ve saygı talebiydi.
Söz konusu özgürlük ve saygı talebi bugün Türkiye toplumunda belki o günkünden çok daha güçlü. Ancak Türkiye gibi siyasetin neredeyse tamamen partiler alanına hapsedildiği, siyasal temsil ve katılımın yalnızca seçimler vasıtasıyla tarif edildiği bir ülkede söz konusu talebin kendini açığa çıkarma kanallarını yaratması çok güç. Her şeyin önümüzdeki seçime kilitlendiği bir ortamda, toplumda neler oluyor, ne tür talepler yükseliyor, yurttaşlar sınıfsal, etnik, dinsel ya da cinsel açıdan kendilerini siyasal alanda nasıl örgütlü bir biçimde ifade edebilirler gibi sorular hep seçim sonrasına erteleniyor.
Fransız filozof Jacques Rancière, “Ütopya adalarına yapılan kaçamak yolculuk olarak siyaset”in sonundan bahsederken, siyasetin günümüzde aslında ne kadar dar bir kalıba sıkıştırıldığına dikkat çeker. “Siyasetin sonu” iddiası aracılığıyla daha iyi bir gelecek hayalinin yerini teknik meselelere çözüm arayışının aldığına ve siyasal olanın nasıl yeniden tarif edildiğine işaret eder.
Gezi, “siyasetin sonu” anlayışının anti-tezidir. Gezi, ütopya adalarına yapılan yolculuktur.
Gezi Parkı’nda dayanışmayla inşa edilen şey, insanlara sevebilecekleri ve bir arada yaşayabilecekleri bir ülke olabileceği hissiyatı verdi. Bu hissiyattan korkuyorlar.