Serhat Güvenç
DIŞ POLİTİKADA AHLAKİ İLKELERE YER VAR MI? (2)
Ülkelerin dış politikalarında ulusal çıkar peşinde koşmaları ne yadırganacak ne de yerilecek bir konudur. Gerçi “ulusal çıkar” kavramının kendisi sorunludur. Çıkarların temsili bakımından dış politika diğer siyaset alanlarından farklı düşünülmemelidir. İç siyasette bazı tercihler belli bireyleri, grupları ve kurumları kayırır. Ulusal çıkar adına girişilen pek çok dış politika hamlesinin ardında da benzer kaygılar vardır. Siyaset yapıcı, bu tercihlerin kamu yararına olduğuna tüm kamuoyunu ikna etmeye çalışır. Bu amaçla da sıklıkla ahlaki gerekçelere sığınır.
İç ve dış politikada temel ikilem güvenlik (düzen) ve adalet (özgürlük) arasında yaşanır. Aynı anda hem güvenlik hem de adalet gereksinimini aynı ölçüde karşılamak büyük bir sınamadır. Güvenlik tehditleri ortaya çıktığında, hükümetler kamuoylarını adaletten (ve özgürlükten) vazgeçmeye kolayca ikna edebilirler. 11 Eylül sonrası ABD’de ortaya çıkan korku ikliminin Amerikalıları nasıl sindirdiği hala akıllarda. Amerikalılar, birkaç istisna dışında, özgürlüklerini emsali görülmedik biçimde kısıtlayan uygulamalara sorgusuz sualsiz boyun eğdiler.
Güvenlik ve adalet ikilemi uluslararası siyasette ve dış politikada daha vurgulu biçimde hissedilir. Devletlerarası etkileşimi düzenleyen kurallar ve normlar daha az bağlayıcı, kurumlar daha zayıftır. Uluslararası siyaset, temelde bir güvensizlik ortamıdır. Dolayısıyla bazı ülkelerde güvenlik kaygıları, kamuoyunu ikna etmede ahlaki kaygılardan daha çok işe yarayabilir. Ekonomik çıkarlar da kamuoyunu etkileme ve yönlendirmede aynı derecede etkili olabilir. Türkiye gibi kronik güvensizlikten muzdarip ülkelerde salt jeopolitik kaygılar ve korkular belli bir dış politika tercihini meşrulaştırmaya yeter de artar bile. Bu yüzden Türk dış politika yapıcıları geçmişte nadiren ahlaki gerekçelere başvurma ihtiyacı hissetmişlerdir. Aklıma gelen en çarpıcı örnek, rahmetli Bülent Ecevit’in 1974’de Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesine “Barış Harekatı” adı vermesidir. Harekat sırasında iç ve dış kamuoyuna verdiği mesajlarda barış ve özgürlük vurgusu eksik olmamıştır.
Dış politikada jeopolitik hedefler güdülürken dahi bunları liberal ve ahlaki söylemlerle meşrulaştırma gayreti AKP iktidarında doruğa çıkmıştır. Ahmet Davutoğlu, bu anlamda AKP dış politikasının söylem ve de eylem boyutlarına damgasını vurmuştur. 2011’de Tunus’ta başlayan Arap İsyanları, Türkiye’nin izlediği Ortadoğu politikasının “iyi” ve “kötü” arasında bir mücadele olarak sunma zeminini hazırlamıştı. İlginç biçimde Vaşington ve Ankara’nın bölgeye yaklaşımlarını ifade biçimleri de örtüşüyor olmuştu. İki başkent “tarihin doğru” tarafında durmakla övünüyordu. Ta ki 2013’e dek. O tarihten sonra AKP “doğru” bildiği yolda, sonunda “yalnızlık” dahi olsa yürümeye devam edeceğini beyan etti. Tarih onları haklı çıkaracaktı. Bu arada Türkiye’nin payına varsın “değerli yalnızlık” düşsündü.
ABD dışındaki eski bölgesel ortaklarla da yollar ayrıldı. Mısır ile askeri darbe sonrası, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle Katar nedeniyle ilişkiler kötüleşti. Bu arada 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Başkonsolosluğu’nda hunharca katledilmesini Türkiye haklı olarak uluslararası kamuoyunun gündemine taşıdı. Türkiye tutarlı ve ahlaki bir tutum sergilemişti. Ankara, adalet peşinde, Trump’ın gözde “ılımlı Müslüman” lideri Muhammed Bin Salman’ı dünya kamuoyu önünde zora sokmayı başardı. Ancak Suudi rejimini bu denli afişe etmenin ekonomik ve siyasi maliyeti zamanla hissedilmeye başlandı. Riyad, Türkiye’den yapılan ithalata örtülü yasak uygulamaya başladı. Körfez’deki ortağı BAE, Doğu Akdeniz ve Libya’da Türkiye’nin karşısındaki cepheye destek vermeye başladı.
Geçtiğimiz yıldan başlayarak AKP, idealler, ilkeler ve ahlaki kaygılar yerine ekonomik çıkar temelli, geleneksel gerçekçi dış politikası çizgisine döneceğinin işaretlerini verdi. BAE ile ilişkiler normalleşme yoluna girerken, bu ülke ile yapılan SWAP anlaşması döviz sıkıntısını biraz olsun hafifletti. Bunu İsrail ile normalleşme arayışları izledi. Mısır, en çetin ceviz rakip çıktı. Müslüman Kardeşler konusunda Ankara’nın taleplerini kabul etmesini bekliyor. Suudi Arabistan ile de yeni bir sayfa açılacağı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Riyad ziyaretinden anlaşılıyor. Ziyaret öncesi, Cemal Kaşıkçı davasının görülmesinin Suudi mahkemelerine devredileceği haberi, Türkiye’nin “değerli yalnızlık”tan çıkmak için daha önce elde ettiği ahlaki üstünlükten fedakarlık edecek noktaya geldiğini gösteriyor. Cemal Kaşıkçı için adalet arayışı Suudi Arabistan yargısına emanet ediliyor.
Böylece bir devir kapanmış oluyor. Türkiye örneği dış politikada ahlaki ilkeler göz etme iddiasının ne denli ciddi sınırları olduğunu ortaya koyuyor. Bu, elbette dış politikada ahlaki ilkelere hiç yer olmadığı anlamına gelmiyor. Daha adil bir dünya arayışı sürdükçe, ahlaki ilkelere daima yer olacaktır. İlkeler, tutarlı ve ikna edici biçimde savunulmadıkları takdirde gündelik jeopolitik kaygılara meşruiyet kazandırmaktan öte işe yaramazlar. O da çok kısa süreliğine…