Serhat Güvenç
“DEMİRPERDE”DEN “ATEŞ DUVARI”NA
Demirperde sözünü ilk kez çocukken babamdan duymuştum. Sanırım Doğu Bloku ülkelerinden söz ettiğimde babam “Onlar demirperde ülkesi” demişti. Çocuk yaşımda o ülkeleri ve insanlarını bizden ayıran demirden bir perdenin gerçekten var olduğuna inanmıştım. Kafamda canlandırdığım şey, on yıllar sonra Trump’ın ABD-Meksika sınırına yaptırdığı çitleri andırıyordu. Tabi demir denince aklıma paslı inşaat demiri geldiği için, benim muhayyel perdem de böyle demirlerden yapılmıştı. O zamanlar turist bolluğu yoktu. Tek tük Alman, Fransız, İngiliz görürdük özellikle deniz kentlerinde ve İstanbul’da. Bir de bolca Amerikalı askerler olurdu etrafta. Adını duyduğum, ama ülkemde hiç rastlamadığım uluslardan insanların bizim tarafa geçmelerini önleyenin o paslı demirperde olduğunu düşündüm durdum. Bunun bir metafor olduğunu anlamam için bir hayli zaman geçecekti.
Winston Churchill’in başının altından çıkmıştı. Meğerse 5 Mart 1946’da Fulton, Missouri’de yaptığı konuşmada “Baltık’taki Stettin’den Adriyatik’teki Trieste’ye dek uzanan bir demirperdenin Avrupa kıtasını ikiyi ayırdığını” ifade etmişti. Güçlü belagatini bu kez Avrupa’nın bir jeopolitik rekabet alanı olarak Doğu ve Batı diye kesin biçimde ikiye bölünmekte olduğunu vurgulamak için kullanmıştı. Churchill’den neredeyse tam bir yıl sonra 12 Mart 1947’de (yani bundan 75 yıl önce) ABD Başkanı Truman, Yunanistan ve Türkiye’ye ABD askerî ve ekonomik yardımını başlatan konuşmasını yaptı. Kimi tarihçiler Truman Doktrini’nin ilanı ile Soğuk Savaş’ın resmen başladığı görüşündedir. En azından savaşın ideolojik boyutuna ilk kez bu konuşmada yer verildiği söylenebilir. Başkan Truman, Amerikan kamuoyunu ikna için Sovyet rejime karşı direnen “hür halklar”a yardımı ülkesi için ahlaki bir zorunluluk olarak sunmuştur. Böylece dünya da iki zıt ideolojik kampa bölünmüştür. Yani “hür dünya” ve “demirperde ülkeleri.” Daha sonra bir de “üçüncü dünya” kavramı ortaya çıkacaktı. Ama bu ideolojik aidiyetten çok, toplumsal ve ekonomik gelişmişlik düzeyine işaret eden bir kavramdı.
Çocukluğumda bende en az demirperde kadar dehşet uyandıran bir başka kavram ise “beyin yıkama” idi. Bunu da sanırım “Niye biz demirperde gerisindeki insanlarla dost olamıyoruz?” diye sorduğumda babamdan duymuştum. “Onlar beyni yıkanmış insanlar da ondan.” Bunun ideolojik şartlandırma anlamına geldiğini sonradan çözdüm. “Demirperde gerisindeki insanlar için hakikat bambaşka” demek istemişti. O ülkelerin yöneticileri hakikatin ne olduğunu belirleme tekelini elinde tutuyor ve paylaşmıyordu. Bu noktada meraklılar için “Elveda Lenin” filmini önermek isterim.
1947’den sonra Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler ABD için pek de öncelik olmadılar. İstikrar ve güvenlik uğruna Soğuk Savaş’ta kolayca feda edilebildiler. “Hür dünya”nın parçasıydık ama bizim ne kadar hür olduğumuz su götürürdü. Sanırım bundan dolayıdır ki 1970’li ve 1980’li yıllarda Polonyalı turistlere rastlamaya başladık. Muhtemelen Polonya Komünist Partisi için Polonyalıların Türkiye’ye seyahati ideolojik risk içermiyordu. Bizim ülkemiz, Polonyalıların özenebilecekleri “batılı” yaşam tarzı için ideal vitrin değildi. Polonyalı turistlerin arabaları yolda durdurulur, çadır ve uyku tulumları varsa satın alınmaya talip olunurdu. Bu tür alışverişler “kim kapitalist ülkede yaşıyor, kim sosyalist ülkede yaşıyor?” karmaşası da doğururdu kafamda. Yine de Soğuk Savaş süresince Türkiye en azından stratejik olarak “hür dünya”nın içinde kaldı.
Demirperde yıkılınca “alternatif hakikat” gereği de ortadan kalktı. Büyük iyimserliğin yaşandığı 1990’larda küreselleşme ile tanıştık. Mekân ve mesafe kavramları değişti. Hayatımıza internet girdi. Kimileri için bilginin demokratikleşmesi yönünde büyük bir sıçramaydı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Dünya küçük bir köye dönüşmüştü adeta. Heidi ve Alvin Toffler’i anımsayan var mı hâlâ? Ya Nicholas Negroponte’yi. Wired dergisinin kurucusu. Ben İstanbul’a konuşmaya geldiğinde dinlemiştim. Nasıl iyimser bir dünya öngörmüştü? Devletler, sınırlar, iktidarlar alaşağı olacaktı “bilişim devrimi” sonucunda.
O zamanlardan bugüne neredeyse sınırsız internet özgürlüğünden devletlerin internet egemenliğine geldik. Ateş duvarı, daha doğrusu güvenlik duvarı ile tanıştık. (Firewall) sanal ortamda bizi dış dünyanın istenmeyen etkilerine karşı koruyan bir önlem. Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişiminin 16. günü. Savaşın bilgi cephesinde, sosyal medya boyutunda Ukrayna’nın ve Ukrayna’yı savunanların bariz üstünlüğü göze çarpıyor. Ama Putin, içeride kendi kamuoyuna hakikatin sadece istediği kadarının yansıtılmasında başarılı olmuş gibi görünüyor. Rus kamuoyuna bilgi akışı internet ve sosyal medyaya konan ateş duvarlarıyla, çok ince süzgeçlerle sınırlanmış. Kremlin’in savaşa dair anlatısının dışarıda karşılığı olmasa da içeride baskın olduğuna şüphe yok. “Hakikat sonrası” denen şey tam da bu herhalde. Gerçi biz bunun “hakikat öncesini” de biliyoruz. Şimdi ateş duvarı ile yapılan, o zaman “demirperde” ile yapılıyordu. Hoş ateş duvarı olmasa ne yazar? Bilgiye erişim konusunda daha az kısıt olan yerlerde bile insanlar komplo teorilerine inanmayı yeğlemiyor mu? Covid ve aşı tartışmalarının kamuoyunu ve hatta siyaseti en çok kutuplaştırdığı ülke ABD değil mi? Ha bu arada Çin’de COVID 19’un sebep olduğu ölümler dünyanın diğer yerlerinin çok çok gerisinde. Dün baktığımda bir milyon kişide sadece 0,3 oranında ölüm bildirilmiş. Dünyanın geri kalanında milyonda 150-200 ölüm arasında oranlar. Bilgi ve hakikatle aramıza hep bir engel koymaya meraklı devletler… Kimi zaman beton ve demirden duvarlarla ve perdelerle, kimi zaman ise sanal duvarlarla ve süzgeçlerle…
30 yıl geride bıraktığımızı düşündüğümüz bir mücadele yeniden başlıyor.
Bakalım Türkiye bu kez duvarın ya da perdenin hangi tarafını seçecek.