“Çarkların nasıl döndüğünü, aslında öğüten dişlerin kendisini göstermek istedim”

Yönetmen Selman Nacar’ın bol ödüllü filmi İki Şafak Arasında Mubi’de gösterime girdi. Film, babadan kalma bir tekstil fabrikasında bir işçinin ölümüne sebep olan kazanın ardından ‘işlemek zorunda olan çarklar’ ve ‘vicdan’ı arasında kalan Kadir’in özelinde, en doğal haliyle sistemin işleyişini ve çarkların nasıl döndüğünü anlatıyor. 

Herhangi bir fabrika. Atölye. Küçük bir işletme. Her neyse. Bir işçi bir kaza geçirip hastaneye kaldırılır. Ağır yaralıdır. Henüz yoldayken ölür. Kazada ihmal olduğu ortaya çıkar. Patronlar kimseye dalgalanırmaz durumu. Çünkü “siparişler yarına yetişmelidir”. “Şov” devam etmelidir. Çark dönmelidir. Patronlar ellerinde pastırmasına kadar dolu olan poşetlerle geride kalan ailenin kapısından ayrılmaz. Sarı renkli zarflar da vardır ellerinde. Sözler verilir onlara gözleri gibi bakılacağına dair. Ne kadar? Bir hafta, on gün, on beş gün? Sonra? Sen sağ ben selamet. Selman Nacar’ın bol ödüllü filmi İki Şafak Arasında işte tam bu mevzuya parmak basıyor.

Babadan kalma tekstil atölyesini abisiyle birlikte işleten Kadir müstakbel karısının ailesiyle tanışmak için saatleri saymaktadır. Ancak fabrikada bir kaza olduğunu öğrendir. İşçinin durumu kritiktir. Abisi ve babası olayı Kadir’den saklarlar. Durumu öğrenen Kadir ise vicdan yapıp aileyle kendisi temas kurmaya başlar. Bu vidan muhasebesi ve gerçekler onu bambaşka bir hissiyata sürükler. Başrollerinde Mücahit Koçak, Nezaket Erden, Ünal Silver, Bedir Bedir ve Erdem Şenocak’ın olduğu İki Şafak Arasında filminin yönetmeni Selman Nacar ile filmi, vicdan meselesini, ‘çarkları’ konuştuk.   

Filmi izledikten sonra her ne kadar böyle bir ibare bulunmasa da Gerçek bir olaydan esinlenmiştir” demek geldi içimden. Bu tür bir konuyla kaç kere karşılaştığımızın haddi hesabı yok. Sizin çıkış hikayeniz neydi?

Açıkçası bir filmi tasarlarken rasyonel bazı sebepler olduğu gibi içgüdüsel bazı yaklaşımlar da oluyor. Bu süreçte kafamda dönen birkaç meseleyi söyleyebilirim. Bunlar bir şekilde bir araya gelip hikâyeyi oluşturdu. Öncelikle ben karakterden yola çıkarak yazmayı seven birisiyim. Bir labirente girip, sürekli yollar kapandığı için çıkış yolunu bir türlü bulamayan, sıkışmış bir karakter düşlüyordum. Özellikle hukuk fakültesinde okuduğum yıllarda hukuk, adalet, vicdan, ahlak gibi kavramlar üzerine okuma fırsatım da oldu. Bu yüzden filmde geçen meseleler üzerine çok önceden beri düşünen birisiyim. Ayrıca, çok kısa bir zamanda insan ilişkilerinin nasıl değişebileceğine dair de bir film yapmak istedim. Sinematografik açıdan da çok uzun planlarla karmaşık mizansenler oluşturabileceğim bir film yapmak istiyordum. Tabii en önemlisi de duyduğum bazı yaşanmış olaylardan çok etkilendim. İki Şafak Arasında tüm bunları kapsayıcı bir hikâye olarak doğdu ve kendime sorular sorarak da geliştirdim diyebilirim.

Filmde ezilenin gerçekten insan yerine konmadığını çok doğal ve bize hiç şaşırtıcı gelmeyen bir üslupla anlatıyorsunuz. Fikir kafanızda oluştuğunda –vicdan-ahlak meselesi hariç sadece konu itibariyle- sizi zorlayacak öğelerle çok fazla karşılaşmadığınızı düşünüyorum. Katılır mısınız bu görüşüme? Bir de İki Şafak Arasındayı ‘çarkların sahibi Kadirin rehberliğinde izliyoruz. Ama Murat’ın karısı gözünden anlatsaydınız daha bilindik, gelişmelerin daha tahmin edebilir olduğu bir film çıkardı sanırım ortaya. Hikayeyi Kadirin tarafından anlatmanızın özel bir sebebi var mıydı?

Seyircinin bu hikâyeye tanık olmasını ve filmde sorduğum soruları kendilerine sormalarını istiyordum. Bu yüzden de tek planlarla zamanı hissettirmeye çalıştım ve objektif bir kamera kullandım. Bu anlatıya en uygun karakter de Kadir’di. Ayrıca, film gerçekçi bir yaklaşımla, olayları çıplak bir şekilde anlatıyor. Kadir gerçekçi bir karakter. Kadir’in içine düştüğü ahlaki meseleler ile ilgili düşünceler, izleyicinin kendi bakışı ve yargısı ile çok ilişkili... Bu da sinemanın, sanatın en güçlü olduğu alanlar bence. Bir matematiksel formül gibi değil, farklı tepkiler doğurtabilecek bir derinlik, zenginlik… En önemlisiyse, bu köhnemiş sistemin dışardan ve didaktik olma ihtimali olan bir yöntem yerine, bağırmadan, içerden bir yerden anlatılmasının daha uygun olduğunu düşündüm. Özetle, sistemin nasıl işlediğini göstermek, çarkların nasıl döndüğünü, aslında öğüten dişlerin kendisini göstermek ve bunu bütün çıplaklığıyla anlatmak istedim. Böyle bir anlatının bu meseleyi tek boyutlu değil, katmanlı gösterdiğini de düşünüyorum. Yani “Bu, budur?” demek yerine, “Bu, bu mudur?” demek... Ağlatmak yerine mide bulandırmak... Çünkü bence birisi gelip geçici, diğeri ise kalıcı bir his… Derin bir dönüşüm için bu tarz bir sorgulamaya ihtiyaç var.  Ayrıca, diğer türlü anlatının çok örneği olduğunu düşünüyorum. Çok güzel örnekleri de var. Ama bunun farklı ve kapsayıcı bir eleştiriye kapı aralama ihtimali daha yüksek bence…

Herkesin kendini düşündüğü, tüm yaşananların Siparişler yarına yetişecek” sözünü yerine getirmek için olduğunu görüyoruz. Kadir tüm karakterler arasında en vicdanlı’sı gibi görünse de o da en nihayetinde kendini kurtarmak için müstakbel karısına Gidelim buralardan” teklifinde bulunuyor. Burada vicdan meselesi tıkanıp kalıyor mu?

Biz bir konu hakkında yorum yaparken, eğer meselenin doğrudan bizimle bir bağı yoksa genelde objektif, rasyonel, analitik ve ideal bir yerden konuşuruz. Ama böyle bir bağ söz konusu olduğunda daha sübjektif bir yerden tepki verebiliriz. Ne yapılmalı konusunda vereceğimiz cevap süresi uzar. Bu noktada Kadir’in sıkıştığını ve zorlandığı görüyoruz. Yani bir arada kalma durumu var diyebilirim. Bahsettiğiniz sahne de tam olarak bunun bir göstergesi aslında.

Filmin anahtar cümlesinin babanın söylediği, “Önemli olan hukuk değil ahlaktır,” olduğunu düşünüyorum. Siz ne söylemek istersiniz?

Yasalar ve hukukun işleyişi farklı şeyler. Örneğin, kira hukukuna baktığımızda kiracıyı koruyan çok fazla yasa olduğunu görürüz. Yani kanunlar her ne kadar mükemmel olmasa da kiracıdan yanadır. Ama işleyişinde mağdur olan yine kiracı olur. Demek ki asıl problem kanunun kendisi değil de işleyişi… İş hukukunda da durum maalesef böyle. Film de tam olarak bunu anlatıyor ve eleştiriyor zaten. Böyle olunca da hukuk da sorgulanabilen bir şey haline geliyor. Bu noktada da hukuk, etik çatışmaları oluyor. Film ise bunlara cevap veren bir yerde değil, ama doğru sorular sormaya çalışan bir yere konumlanıyor diyebilirim.

Kişisel sorum: Film bitince sizce neden bir şaşkınlık oluşmuyor? Bu hikayeleri çoktan benimsediğimiz’ için olabilir mi?

Film gerçeği gözleyen bir yerden hikâye anlattığı için benimsediğimiz hikayeleri anlatıyor olabilir tabii. Ama bu filmin seyirciyi şaşırtma gibi bir misyonu da yok zaten. Daha çok gerçeği gün yüzüne çıkartmaya çalışıyor ve bunu çıplak bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Hikâye akışında, dramatik yapıda ise birçok şaşırtıcı ve merak unsuru uyandıran husus var diye düşünüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi