Serhat Güvenç
11 Eylül Yazıları - 4: Irak'ın İşgali
Dilerim yazı çizi ile uğraşan herkese Soli Özel gibi bir meslektaş ve arkadaş nasip olsun. Eline geçen metni editör gözüyle okur. Olgu, dil bilgisi ya da mantık hatası görürse, yazarı uyarmayı ihmal etmez. 11 Eylül konulu üçüncü yazımda yaptığım tarih hatasına dikkatimi çeken Soli Özel oldu. Teşekkür ederim.
George W. Bush, 1999’da değil 2000’de yapılan seçimleri kazanmış ve göreve 2000 değil 2001 yılında başlamıştı. Benim payıma özür dilemek ve düzeltmek düşüyor.
Soli hazır bu tarih yanlışıma dikkat çekmişken, onun güçlü belleğine güvenerek 2003 yılının Ocak ya da Şubat ayında Türkiye’ye gelen bir Amerikan heyetinde yer alan bir kişinin adını sordum. Sağ olsun biraz çabayla anımsadı. Söz konusu kişi Judith Kipper’di.
Bu heyet Amerikan yönetiminin artık iyice niyetine girdiği belli olan Irak işgaline destek bulmak için Türkiye’ye gelmişti. İstanbul ve Ankara’da çeşitli kurum ve kuruluşlarla görüşüyorlardı. O sırada yurt dışında da iyi isme sahip olan İstanbul Bilgi Üniversitesi’ne de uğramak istemişlerdi. Gelen heyet çoğunlukla düşünce kuruluşu çalışanlarından oluşuyordu. Biz de karşılarına Uluslararası İlişkiler Bölümü ağırlıklı bir grup olarak çıktık. Gelen Amerikalı heyetteki tanıdığım tek kişi Dr. John Hulsman’dı. Doktora tezimi yazarken kitabından yararlanmıştım. Ayrıca 11 Eylül’den bir hafta önce katıldığım Halki Semineri’nde konuşmacıydı. Hem dinlemek hem de tanışmak fırsatı bulmuştum. Sağ eğilimli Heritage Foundation isimli düşünce kuruluşunda çalışıyordu. Şimdi adını anımsayamadığım genç bir Amerikalı ise kendini tanıtırken ABD’nin Afganistan’a müdahalesine “iliştirilmiş” düşünce kuruluşu çalışanı olarak katıldığını söyledi. Çok şaşırdık. İliştirilmiş gazeteci duymuştuk, ama iliştirilmiş “think-tanker” ile ilk kez karşılaşıyorduk. Heyetin lideri Judith Kipper’dı. Konuşmasından yönetime yakın olduğu anlaşılıyordu. Çok net sorular soruyor ve kendi pozisyonunu aynı netlikte ortaya koyuyordu.
TERÖR İLE SAVAŞ!
‘Terörle Savaş’ta sıra Irak’a gelmişti. Washington bu konuda kararlıydı. Ama gerekçeleri zayıftı. İlk başta 11 Eylül saldırılarının failleri ile Irak’taki Saddam yönetimi arasında bağ olduğu ileri sürüldü. Ama arkası doldurulamadı. Bir sonraki aşamada Irak’ın ‘Kitle İmha Silahları (KİS) Programı’nın bölge ve dünya için oluşturduğu tehdit öne sürüldü. Bu konuda BM Güvenlik Konseyi’ni ikna etmek işi Dışişleri Bakanı Colin Powell’a kaldı. Müdahale yanlılarına göre Powell, 1962 Küba Füze Krizi sırasında Konsey’e güçlü ve ikna edici deliller sunarak Sovyetleri mahcup eden Adelia Stevenson’ı aratmayacak bir performans gösterecekti. Olmadı. Paylaştıkları kimseyi ikna edemedi. BM Güvenlik Konseyi, ABD’ye Irak’ın işgali konusunda beklediği meşruiyeti vermeyince, ABD bildiğini okumaya karar verdi.
DESTEK ARAYIŞI
Müttefiklerinden destek arayışına girdi. O aşamada bu işgale karşı söylenecek ne varsa zaten dile getirilmişti. Amerika’nın inadı, NATO içerisinde derin bir yarık açtı. Eski Doğu Bloku üyeleri ABD’nin yanında yer alırken, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği grup kesinlikle karşıydı. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ilk gruptakileri “Yeni Avrupa” olarak tanımlayıp överken, diğerlerini “Eski Avrupa” diye tanımlıyor ve yeriyordu. Robert Kagan, çok ses getiren “Power and Weakness” isimli bir makalesinde, ABD ve “Eski Avrupa”nın pozisyonlarının uluslararası güç hiyerarşisindeki konumlarının kaçınılmaz sonucu olduğunu ileri sürüyordu. Kagan, bir anlamda 2003 yılında bizlere Thycudides’in “Melian Diyaloğunu” çağrıştıran bir hikâye anlatıyordu. Güçlü, gücünün yettiğini yapacak, zayıfsa kaderine razı olacaktı.
TÜRKİYE NASIL İKNA OLUR?
Bu sıralarda beklenti “sadık müttefik” Türkiye’nin “Yeni Avrupa” gibi davranacağıydı. Bizi ziyaret eden heyet de benzer beklentiye sahipti.
Başka bir şey konuşmaya pek fırsat vermeden şu soruyu sordular:
“Türkiye’yi bu savaşta Amerika’nın yanında yer almaya ikna etmek için ne yapabiliriz?”
Somut öneri ve yanıt bekleniyordu. Çaresizce birbirimize baktık. Söz alan birkaç kişi Türkiye’nin seçimlerden önce AB’den üyelik müzakereleri için tarih almaya çalıştığını söyledi. AKP hükümetinin de bu çabaları sürdüreceği anlaşılıyordu. AB’den müzakere tarihi alma konusunda yardımcı olunabilirse, belki Ankara da Irak konusunda tutumunu yumuşatabilirdi. Geçmişte ABD yönetimlerinin desteği Türkiye-AB ilişkilerinde belirleyici rol oynamıştı. Konuklarımız bu fikirden pek heyecanlandılar. Brüksel’de Türkiye için kulis yapmaya en uygun ABD kurumu ya da kişi kimdir diye yüksek sesle kendi aralarında bir kısa değerlendirme yaptılar. Nihayet aranan kurum bulundu:
“Pentagon’a söyleriz. Onlar halleder.”
Biz donduk kaldık. Türkiye’nin AB üyelik müzakereleri için Pentagon’u devreye sokmak kadar yıkıcı bir fikir kimin aklına gelirdi?
Aradığı “deliverable”ı bulan heyet apar topar bir sonraki görüşmeye yetişmek için kalktı, gitti. Toplantı bittiğinde biz hâlâ şaşkındık.
Kendi payıma ABD’nin 11 Eylül sonrası dünya konusunda bir eskizi bile bulunmadığını, üstelik müttefiklerini de doğru dürüst tanımadığı sonucunu çıkardım.
1 MART TEZKERESİ
Pentagon, Brüksel’de Türkiye adına kulis faaliyeti yürüttü mü bilmiyorum. Yürüttüyse, Türkiye’nin üzerindeki “Yeni Avrupa” yaftasını pekiştirmekten başka bir işe yaramamış olabilir. Ancak 1 Mart 2003 günü, TBMM umulmadık biçimde, ABD’nin hevesini kursağında bıraktı. Türkiye kendini bir anda “Eski Avrupa” ile aynı safta buldu. Aslında bu her iki taraf için de aralarındaki ilişkiyi yeniden tanımlamak için tarihi bir fırsattı. Fırsattı, ancak “Eski Avrupa” bu fırsatı heba etti. Avrupalı sağ siyasetçiler Türkiye’nin AB ufkunu karartmak için ellerinden geleni ardına koymadılar. Bugünlere geldik.
Uzun bir yazının sonunda muradım şudur:
Soğuk Savaş sonrasında Amerika’nın, dünya siyasetinde liderlik yapacak maddi imkanları boldu, ancak siyaset ve siyasa seçkinlerinde gerekli entelektüel donanım yoktu.
100 yıllık stratejik hedefleri ve planları olduğu vehmedilen bir güç, düpedüz istim arkadan gelir zihniyetiyle Irak’ı işgal etti. Yetmezmiş gibi bölgesel jeopolitiği İran lehine dönüştürdüler. Türkiye’nin yanı başına büyük bir askeri güç yığınaklamaları da Türkiye’deki Amerikan karşıtlığını arttırdı. İnsanlar ciddi ciddi ABD’nin bir sonraki hedefinin Türkiye olduğunu düşündü. Dönemin en çok satan kitapları, en çok izlenen dizileri ABD işgalinin an meselesi olduğu korkusunu köpürttüler.
ABD’nin Irak macerasının maliyeti hem kendisi hem de Ortadoğu için çok yüksek oldu.
Bizim payımıza bir de Sevr Sendromu diye anılan parçalanma korkusunun depreşmesi düştü. Bu korku o günden beri bizimle.
Son söz olarak Amerikan düşünce kuruluşlarının Irak Savaşı nedeniyle uğradığı itibar kaybına değinmek gerek.
HAKSIZ VE KEYFİ SAVAŞ
Özellikle Washington DC’deki düşünce kuruluşları, haksız ve keyfi olduğu açık Irak Savaşı’nı güçlü biçimde desteklediler. Irak’ta kitle imha silahları bulunamaması, Irak’ın demokrasiden geçtik, iç istikrarını bile sağlayamaması bu kuruluşların tarafsız ve bağımsız bilgi ve analiz üretme iddialarını çürüttü.
Günümüzde ana akım (ya da müesses nizam) siyaset ve siyasa seçkinlerine duyulan güvensizliğin altında Irak işgaline verilen hesapsız desteğin yattığı da söylenebilir.