Serhat Güvenç
11 Eylül Yazıları - 3
Biz uluslararası ilişkilere giriş derslerimizde savaşlara bolca yer ayırırız. Yine uluslararası ilişkiler bağlamında bir dizi farklı savaş ayrımı da söz konusudur. Örneğin saldırı savaşı-savunma savaşı; sınırlı-savaş-topyekün savaş gibi. Bir diğer ayrım da zaruri savaş ve keyfi savaş arasındadır.
Bazen devletler için savaş son çare olabilir. Bu tür savaşlara “zaruri savaş” (necessary war) denir. “Keyfi savaş” (war of choice) ise siyasi koşulların savaş dışı seçeneklere izin vermesine rağmen, bir devletin son çare olarak değil, ilk çare olarak savaşa başvurduğunu ifade eder.
2000 yılında başkanlık koltuğuna oturan George W. Bush dış politikayı önceleyen bir gündemle seçilmemişti. Aslında 1999 başkanlık seçimlerinde adaylar dış politikaya ya hiç değinmemiş ya da çok az değinmişti.
Dış dünyaya ilişkin bu ilgisizlik Henry Kissinger’ı o kadar kaygılandırmıştı ki 2001 yılında “Does America Need a Foreign Policy?” (ABD’nin Bir Dış Politikaya Gereksinimi Var mı?) başlıklı kitabı 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre önce yayımlanmıştı.
Ben mahsur kaldığım Montreal’de McGill Üniversitesi’nin kitapçısında gördüğüm bu çalışmayı alıp hemen okudum. 11 Eylül, ABD’ye her şeyden önce dünyayı saran güvensizlikten kendini tamamen yalıtamayacağını acı biçimde göstermişti.
Yaşanan durum Lev Troçki’ye atfedilen bir sözü çağrıştırıyordu:
“Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz ama savaş sizinle ilgileniyor.”
Montreal sokaklarını arşınlarken bir başka kitapçının vitrininde the Atlantic Monthly dergisinin Ekim 2001 sayısını görüp almıştım. İlgimi çeken yazının başlığı “Peace is Hell”di. Başlık Amerikan İç Savaşı’na bir gönderme yapıyordu. Kuzeyli General Sherman, savaşın ne kadar haklı olursa olsun yıkım ve sefalet doğurduğunu anlatmak için böyle bir cümle sarf etmişti:
“Savaş, cehennemdir.”
William Langewische’nin kaleme aldığı yazıda Bosna gibi yerlerde her ay binlerce Amerikan askeri konuşlandırılmasından yakınılıyordu. Barışın, özellikle “Amerikan Barışı”nın (Pax America) maliyeti çok yüksekti.
Barış adeta cehennemdi.
Özetle; yazıda Clinton yönetimleri döneminde ABD’nin uluslararası krizlere askeri müdahaleleri eleştiriliyor; Amerikan gücünün ziyan edildiği ileri sürülüyordu. Langewische’nin kristal küresi olsaydı, herhalde bu yazıyı yazmadan önce iki kez düşünürdü.
Denizaşırı askeri müdahaleler ve Amerikan askeri gücünün yersiz ve gereksiz kullanımı konusunda Bush dönemleri, Clinton’un liberal uluslararası müdahaleciliğine rahmet okutacaktı. Bu arada George W. Bush yönetiminin dış politika konusundaki hazırlıksızlığı yüzünden, 11 Eylül sonrası meydan yeni muhafazakârlara kaldı. Bu grup kabaca Amerika’nın Soğuk Savaş sonrası dünyadaki rakipsiz konumunu uluslararası sistemi kendi çıkarlarına göre şekillendirmek için elindeki gücü sonuna dek kullanması gerektiğini düşünüyordu.
Aralarında Türkiye’nin yakından tanıdığı, Soğuk Savaş’ın son on yılında Türk-Amerikan ilişkilerine damgasını vurmuş Richard Perle gibi isimler de vardı. 11 Eylül, yeni muhafazakârlara bir fırsat penceresi sundu. Afganistan müdahalesi erken aşamada askeri başarı ile sonuçlanınca, “krizi fırsata çevirme” uyanıklığı ile kapanmamış olduğunu düşündükleri bir hesabın peşine düştüler.
Bu hesap 1991 Körfez Savaşı’ndan kalmıştı.
Amerika liderliğindeki koalisyon, Kuveyt’i işgal eden Irak’ı ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Ama yeni muhafazakârların çıbanbaşı olarak gördükleri Saddam Hüseyin iktidarı onca yaptırıma rağmen hâlâ yıkılmamıştı.
2002 ikinci yarısından itibaren Amerika’nın Afganistan’dan sonra Irak’a askeri müdahale edebileceği haberleri dolaşmaya başladı. Bu ihtimal, Amerika’nın Terörle Savaşı’nın Türkiye’nin iyice yakınına taşınması demek olacaktı.
Derslerimizde sıkça kullandığımız bir diğer klişe ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından başlattığı iki savaş arasındaki motivasyon farkıdır.
Afganistan’da başlattığı savaş, zorunlu savaş olarak sınıflanabilir.
Öyle ki 1999 seçimlerinde başkanlık seçimini Cumhuriyetçi Bush değil de Demokrat Al Gore kazanmış olsaydı bile, 11 Eylül ölçeğinde bir terör saldırısına yanıt olarak Afganistan’a askeri müdahale kaçınılmaz olurdu.
Gerçi Al Gore yönetiminin yürüteceği bir savaşın kapsam, yöntem, süresi ve siyasi hedefler açısından Bush yönetiminkinden farklı olacağı yine aynı kesinlikte iddia edilebilir. Ancak Al Gore başkan seçilmiş olsaydı büyük ihtimalle ABD, Irak’a yönelmeyecekti.
Irak’ın 11 Eylül saldırılarıyla bir bağlantısı yoktu.
O yüzden Bush yönetiminin “Küresel Terörle Savaşı’nın Irak cephesini açması “keyfi savaş” örneği olarak tarihe geçti.
Bu savaşın orta ve uzun vadedeki etkilerini bir sonraki yazımda ele alacağım.