Emre Tansu Keten
Yu Hua ve Çin’i anlatan sözcükler
Paraya tapanların, kendi saltanatlarını sürdürmek ve daha fazla zengin olmak için dünyanın bir tarafında kullandığı retorik “sosyalizm” olurken, öbür tarafında ise “ümmet, din, ezan” karşımıza çıkıyor. Bütün bu tantananın sonunda ise elden giden bu anlatıların bize sunduğu değerler, iddialar ve vaatler oluyor.
Çin’in son otuz yılda ortaya koyduğu ekonomik başarı hikâyesi, bu ülkenin kültürel ve akademik olarak da ilgi çekmesini beraberinde getirdi. Çinli yazarların kitapları daha çok çevrilmeye, Çin üniversitelerine yönelik başvurular artmaya, Çince kursları yaygınlaşmaya başladı. Dünya çapında, genel olarak, Çin kültürü daha fazla merak edilen bir olgu haline geldi.
Türkiye’de de bunun karşılığını görüyoruz. Son dönemde birçok Çinli yazar, Çince aslından yapılan özenli çevirilerle Türkçeyle buluştu. Bu isimlerden birisi de Yu Hua. Kitapları Jaguar Yayınları tarafından yayımlanan Yu Hua, Yaşamak ve Kanını Satan Adam isimli romanlarıyla, geçmiş Çin’in gündelik sertliğini, Kültür Devrimi’nin sıradan insanların hayatlarında yarattığı olağanüstü koşulları, yaşamın bu insanlar için her gün sınandıkları bir mücadele haline nasıl geldiğini, son derece yalın ve abartısız bir dille bizlere anlatmıştı.
On sözcükte Çin
Yu Hua’nın Türkçe’ye çevrilen son kitabı On Sözcükte Çin ise kurgu dışı bir eser. Yazar, hem kendi yazar olma serüvenini, hem de Çin’in Kültür Devrimi’nden sonra yaşadığı devasa dönüşümü on sözcük üzerinden anlatıyor. Kitaba başlarken, halihazırda Çin’de yaşayan bir yazarın ne kadar özgür bir şekilde yazabileceği sorusu akla düşse de, kitap şaşırtıcı bir şekilde açık sözlü. Batılı bazı eleştirmenlere göre bunun temel nedeni kitabın Çin’de yayımlanmamış olması, bunun önceden öngörülmesi ya da planlanması. Ancak bu kitabın var olabilmesi bile Çin’de yaşanan dönüşüm hakkında bize bazı fikirler veriyor.
Yu Hua’nın seçtiği sözcüklerden ikisi, bir yazardan beklenebileceği gibi, “okumak” ve “yazmak”. Çocukluğu Kültür Devrimi döneminde geçen yazar, erken yaşta kapıldığı okuma tutkusunun, okuyacak bir şey bulamama engeliyle karşılaştığını söylüyor. Her evde baş köşede duran Mao’nun toplu eserleri dışında kitap bulmanın çok zor olduğu bu dönemde, el altından gizlice değiş tokuş edilen Batı edebiyatı çevirilerine ulaşması ise çok uzun sürmüyor. Ancak burası da sorunsuz bir alan değil. Yüzlerce insanın elinden geçen bu kitapların genellikle ortalarından ya da sonlarından birçok sayfası kayboluyor. Yu Hua, heyecanla sonuna doğru ilerlediği kitabın bir anda bittiğini fark edip, kendince hikâyenin sonunu tahmin etmeye çalışırken oldukça üzülse de, bu garip okuma faaliyetinin kendisini geliştiren bir olay olduğunu ilerleyen yaşlarında anlıyor: “Başlangıçta hayal gücümü eğittiğimi bilmiyordum, o başı sonu olmayan hikâyelere müteşekkir olmalıyım, yaratma tutkumu onlar ateşlemiş, yıllar sonra yazar olmamı onlar sağlamışlardı”.
Çin usulü sosyalizm
“Farklılıklar” bölümünde Yu Hua, ülkenin Kültür Devrimi’nin ardından geçirdiği dönüşümü biraz sınıfsal biraz da ahlaki bir yerden değerlendiriyor. Herkesin kendine yettiği, açlık koşullarında dahi belli bir hayat doğrultusundan sapmadığı, bu nedenle sakin ve ahlaklı bir yaşam sürdüğü dönemlerden, “gemisini kurtaran kaptan” çağına geçişle birlikte yaşanan yozlaşmadan söz ediyor. Geçmişin yoksul ve mütevazı insanlarının, çeşitli dalaverelerle milyoner haline gelmesi, yoksulların kanını toplayıp bunları satan bir adamın yükseliş hikâyesiyle özetleniyor. Basit bir memurken ultra zengin bir insan haline gelen bu kan satıcı, geçmişiyle, yaptıklarıyla ulu orta övünüyor.
Şöyle diyor Yu Hua: “Bugünün Çin’i tamamen farklı, yoğun rekabet ortamı ve korkunç baskı yüzünden birçok Çinlinin hayatı sanki savaşta yaşam mücadelesi veriyormuş gibi. Orman kanunlarının geçerli olduğu böyle bir toplum yapısında, zorbalık ve üçkağıtçılık haliyle çok yaygınlaşıyor, nizama göre hareket eden insanlar eleniyor, ahlaki değerleri olmayanlar kazanıyor. Değerlerin değişmesi ve sermayenin yeniden dağıtılması toplumsal eşitsizliğe neden olmuş ve eşitsizlik de çatışmalara neden olmuştur. Bugün Çin’de gerçekten sınıf mücadelesi baş göstermiş durumda”. Ne kadar tanıdık değil mi? Paraya tapanların, kendi saltanatlarını sürdürmek ve daha fazla zengin olmak için dünyanın bir tarafında kullandığı retorik “sosyalizm” olurken, öbür tarafında ise “ümmet, din, ezan” karşımıza çıkıyor. Bütün bu tantananın sonunda ise elden giden bu anlatıların bize sunduğu değerler, iddialar ve vaatler oluyor. Bizim dinbazlarımızın İslamcı söylem setine benzer bir şekilde, Çin’de de Çin milliyetçiliği ve Çin usulü sosyalizm masalları, halkın korkunç bir sömürüye rıza göstermesi için kullanılıyor.
Çin medyası
Yu Hua, son dönemde ülkemizde de sıkça konuşulan Çin medya sistemine dair de deneyimlerini anlatıyor. Örneğin, medya üzerindeki kontrolün çok daha sıkı olduğu 80’lerin sonunda, Tiananmen Meydanı olaylarının hemen ardından, medyanın başarılı algı operasyonundan şöyle bahsediyor: “Tutuklamalar devam etmesine rağmen, televizyon yayınları aşina olduğum resme geri dönmüştü: anavatandan müreffeh sahneler. Spikerin sesi, daha bir gün önce tutuklanan öğrencileri çeşit çeşit suçlardan ötürü hiddetle kınarken, sadece bir gün içinde vatana neşeli övgüler şakıyan bir tona dönüşmüştü. O günden sonra, Tiananmen Meydanı Olayları aynı Zhao Ziyang gibi Çin medyasından silindi. Sonrasında bunun hakkında birkaç kelime bile duymadım, sanki hiç yaşanmamış gibi, her şey tamamen yok edilmişti”.
Günümüzde medya üzerindeki siyasi kontrol hâlâ güçlü olsa da, bir şeylerin değiştiği de aşikâr. Yu Hua, eskiden gazetecilerin sorularına büyük bir açık sözlülük ile cevap verdiğini, çünkü medya komiseri gibi çalışan editörlerin bütün sakıncalı bölümleri makaslayacağını bildiğini söylerken, şimdilerde ise söylediği her şeyi yazmanın ötesinde, söylemediklerini de yazdıklarından oto-sansür mekanizmasına ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Hatta bir defasında hiçbir şekilde iletişim kurmadığı, söyleşi vermediği bir gazetede “kendisiyle yapılan” bir röportajı okuma fırsatını da yakalıyor. Kitaptaki sözcüklerden birisi bu nedenle “taklit”.
Taklit, Çin’i anlatan en önemli kelimelerden yazara göre. Sahte ürün üretiminde dünyanın açık ara lideri olan Çin’de BlockBerry markalı bir telefon piyasaya sürülüp, reklamında Obama’nın taklidi oynatılabiliyor mesela. İş burada da kalmıyor. Mao’nun taklitlerinin eğlence sektöründe hayli popüler olduğundan da söz ediyor yazar. Taklit etmek bir yaşam biçimi haline geliyor yani. Ancak Yu Hua’ya göre, parti yöneticilerinin ve bazı siyasi ritüellerin taklit edilmesi, taklidin ironi olarak kullanılması, demokratik araçlara sahip olmayan halk için bir siyasi direniş imkânı da yaratıyor: “Buradan taklitçilik olgusunun bugün Çin’de biraz olumlu anlam içerdiğini görebiliriz, bu açıdan bakıldığında taklitçilik olgusu avam kültürün elit kültüre açmış olduğu bir savaştır; aynı zamanda halkın hükümete, zayıf kitlelerin de güçlü kitlelere karşı açmış olduğu bir savaş”.
Halka inanmak
“Bugün Çin için devasa bir eşitsizlikler ülkesi denilebilir. Bir tarafta şatafatlı, görkemli, diğer tarafta virane olmuş bir gerçeklikte yürüyor gibiyiz” diyor yazar. Çin’in yakaladığı bu ekonomik başarı, her şeyden önce, insanların yoğun ve vahşi bir şekilde sömürülmesine dayanıyor. Geçtiğimiz senelerde, Apple başta olmak üzere birçok büyük firma için üretim yapan Foxconn fabrikasında işçilerin art arda intihar etmesi bu sömürünün bir çıktısıydı. Ancak sistem bu sömürüyü gizlemek, insanları itaate zorlamak, yaşanan grev ve direnişlerin sesini kısmak konusunda maharetli davranıyor. Bu anlamda Çin’in siyasi sistemi, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için bir model olarak görülebiliyor. Yu Hua, Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından, serbest piyasa ekonomisinin mutlaka demokrasiye yol açacağını söyleyen Batılı liberal aydınları alaya alıyor bu nedenle.
Ancak bütün bu karanlık tabloya rağmen, “halk” sözcüğünü oldukça önemsiyor yazar. Çok küçük bir azınlığın zenginliğe boğulduğu, geri kalan çoğunluğun ise sefalet koşullarında, sadece çalışmak için yaşadığı bir ülkenin, kendi eşitsiz modelini dünyaya yayması dışında bir seçenek daha var. Bu seçeneği de ancak halk yaratabilir. Yu Hua, Tiananmen zamanlarına dönüp, halkını şöyle betimliyor: “Bundan önce ışığın insan sesinden daha uzağa, sesin de vücut sıcaklığından daha uzağa yayıldığını sanırdım. Fakat yirmi dokuz yaşımın o gecesinde yanıldığımı anladım. Halk bir araya geldiğinde, sesleri ışıktan çok daha uzağa, vücut sıcaklıkları da seslerden çok daha uzağa yayılabiliyormuş. Ve sonunda halk sözcüğünü gerçekten anlayabilmiştim”.