Emre Tansu Keten
TÜGVA belgeleri ve sızıntı gazeteciliği
Her yeni belge ortaya çıktıkça, yöneticilerin açıklamalarındaki dini terimler arttı. Belgeler henüz ortaya çıkmışken yapılan açıklamalar, belgelerin sahte olduğunu iddia etmek ve hukuki bir düzeyde vakfı ve faaliyetlerini savunmak üzerinden kurgulanırken, vakıf köşeye sıkıştıkça yöneticilerin açıklamaları adeta dini bir cezbe düzeyine vardı. “TÜGVA’ya saldırı İslam’a saldırıdır” diyerek bir savunma hattı çizmeye çalışan bu insanların, suçlandıkları konular ile yaptıkları açıklamalar birlikte düşünüldüğünde, dinin günümüz dinbaz siyaseti için nasıl bir işlev yüklendiği, bu insanların dini nasıl bir yere konumlandırdığı açık olarak görülüyordur sanırım.
Sızıntı gazeteciliğinde, sızdırılan belgelerin değerli olmasının yanı sıra, adını hak eden güçlü bir medya alanının varlığı da son derece önemlidir. Bu yazı içerisinde dünyadan verdiğimiz örneklerde, sızdırılan belgeler kadar köklü ve güçlü medya kuruluşlarının bu belgeleri haberleştirmesi de kritik bir rol oynadı. AKP’nin medya alanını tarumar edip, yüzde 90’ına yakınını kendisinin yönettiği bir medya bloku kurmasındaki amaçlardan birisi de medyanın bu gücünü kötürümleştirmekti ve bunda başarılı oldu. TÜGVA’nın sızdırılan belgelerinin hak ettiği düzeyde ilgi görmemesinin bir nedeni adını hak eden medyanın bu güçsüz hali.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Hatları’na ait olan ve usulsüz bir şekilde TÜGVA’ya kiralanan Büyükada iskele binasının mahkeme kararıyla tahliye edilmesi girişimi, TÜGVA’ya kalkan olan polislerin marifetiyle engellenmişti. Polislerin bir mahkeme kararının gereklerinin yerine getirilmesini engellemesi ve mahkeme tarafından işgalci olarak tanınan bir vakfı koruma altına alması başlı başına bir garabetken, sonrasında vakıf içerisinden sızdırılan belgeler, olayın çok daha vahim bir boyutta olduğunu açığa çıkarttı.
Dinbaz siyaset sahnede
AKP merkez kadrosu tarafından dizayn edilen ve kollanan vakıf emniyet, yargı, ordu gibi kritik kurumlara alınacak personelle ilgili listeler hazırlamış, vakıf ve parti ile bağı bulunan personel adayları referans isimler arasında bölüştürülmüştü. Bu kadrolaşma planları haklı olarak insanların zihnine cemaatin örgütlenmesini ve paralel devlet olarak anılan yapılanmasını getirdi ve TÜGVA yeni dönemin FETÖ’sü olarak nitelendirildi.
Ancak belgeler bununla da sınırlı değildi. Sızdırılan kimi belgelere göre vakfın yöneticiliğini yapmış birçok isim, İBB başta olmak üzere çeşitli belediyelerde işe alınmış, kaymak maaşlarla fonlanırken, hiçbiri işyerlerine bir gün bile uğramamıştı. Bunun yanında, bir vakıf yöneticisi, arabasında uyuşturucu madde ve hassas tartı ile yakalanmış, ilgili şahıs araya vakfın girmesiyle birlikte ışık hızıyla aklanmıştı.
Bütün bunların açığa çıkmasına karşılık, vakfın ilk işi örgütlü olduğu illerde toplu sabah namazı kılıp, ardından camilerin önünde basın açıklaması yapmak oldu. Olayları takip edenler görmüştür ki, her yeni belge ortaya çıktıkça, yöneticilerin açıklamalarındaki dini terimler arttı. Belgeler henüz ortaya çıkmışken yapılan açıklamalar, belgelerin sahte olduğunu iddia etmek ve hukuki bir düzeyde vakfı ve faaliyetlerini savunmak üzerinden kurgulanırken, vakıf köşeye sıkıştıkça yöneticilerin açıklamaları adeta dini bir cezbe düzeyine vardı. “TÜGVA’ya saldırı İslam’a saldırıdır” diyerek bir savunma hattı çizmeye çalışan bu insanların, suçlandıkları konular ile yaptıkları açıklamalar birlikte düşünüldüğünde, dinin günümüz dinbaz siyaseti için nasıl bir işlev yüklendiği, bu insanların dini nasıl bir yere konumlandırdığı açık olarak görülüyordur sanırım.
Sorun sızıntı mı?
TÜGVA’nın başkanı Enes Eminoğlu, belgeler tek tek haberleştirilir ve TÜGVA’nın eski yöneticisi bir isim bu belgelerin doğru olduğunu iddia ederken, Cüneyt Özdemir’in programına katılmak zorunda kaldı. Bilindik savunmaları burada tekrarlayan Eminoğlu, programın bir yerinde şunları söyleyerek aslında belgelerin gerçek olduğunu da kabul etmiş oldu: “Belgeleri sızdırmış, kendine yedek yapmış ve ifşa ediyor. Yola buradan çıksak bile ne kadar sıkıntılı olduğunu görürüz. Şu anda Metin Bey'in ifşa ettiği çalışmaların bizim çalışmalarımız olduğu iddia ediliyor. Kendisinin evrakta düzenlediği yerler var, doğru bilgiler de var. Sistemimizden alınmış”.
Eminoğlu bu sözlerle belgelerin gerçekliğini teyit ederken, asıl sorunu bu belgelerin içeriğinde değil, bir vakfın iç yazışmalarının ve dosyalarının böyle bir şekilde sızdırılmasında görüyordu. Yani belgeler gerçek bile olsa, onların böyle bir yöntemle sızdırılması, bu belgelerin değerini sıfırlayan bir etik ihlal olarak ele alınmalıydı.
Sızıntı gazeteciliği
Gazeteciliği, Cumhurbaşkanı danışmanları ve İletişim Başkanı tarafından servis edilen basın bültenlerini gazeteye dizmekten ibaret olarak gören bir anlayış için çok da anormal bir durum değil bu. Ancak tabii ki AKP’lilerin anladığı değil, bunun tam tersidir gazetecilik. Hatta bu olayın evrensel düzeyde bir ismi de var: Sızıntı gazeteciliği.
Sızıntı gazeteciliği iki şekilde işler: Birincisi, Wikileaks olayında gördüğümüz gibi, çeşitli grupların kamu çıkarı için bazı belgeleri hacklemesi ve bunları gazetecilerle veya kamuoyuyla paylaşmasıdır. Gazeteciler, okunması ve anlaşılması neredeyse imkânsız olan ve sayısı milyonları bulan bu belgeleri, belli bir bağlam çerçevesinde haberleştirir ve kamuoyuna ulaştırır. İkinci yöntem ise, bir kurumda çalışan insanların, çeşitli gerekçelerle (ahlak, kişisel çıkar, politik motivasyon) kurumlarındaki yasa dışı ya da gayri meşru işlerle ilgili belgeleri gazetecilere sızdırmasıdır. Edward Snowden olayı bu yöntemin en bilinen örneğidir ve bu şekilde içeriden bilgi sızdırılması olayı Whistleblowing olarak adlandırılır.
Bu açıdan bakıldığında TÜGVA belgeleri de bir whistleblowing vakasıdır. Ancak buradaki fark, bu sızıntıların, büyük ihtimalle halihazırda vakıf içerisinde çalışan bir kişi tarafından değil, zamanında vakıfta çalışmış, ancak çeşitli nedenlerle orayla yolunu ayırmış ve siyasi bir hesapla hareket eden bir kişi tarafından yapılmış olmasıdır. Bu sızıntı gazeteciliği için bir sorun teşkil etmez, ancak gazetecilerin bu belgeleri haberleştirirken çok daha dikkatli olmasını gerektirir. Çünkü, sızıntılar üzerinden yapılacak haberler, sızıntı yapanın değil, kamunun çıkarını öncelemek zorundadır.
Bu nedenle, bu tarz belgelerin olduğu gibi gazetecilerin sosyal medya hesaplarında ya da haber sitelerinde yayımlanmasındansa, belli bir gazeteci ekibinin bu belgeler üzerinde titizlikle çalışması ve sonrasında bunlardan teyit ve bağlam içeren haberler üretmesi daha sağlıklıdır. Snowden olayı başta olmak üzere, yakın tarihte gerçekleşen neredeyse bütün sızıntı olayları, gazetecilerin yoğun araştırmaları ile birlikte haberleştirilmiştir. Sızıntıyı gerçekleştirenin çıkarlarından bağımsız bir haber ortaya koymak ile birlikte özel hayatın ve kaynakların gizliliği başta olmak üzere gazetecilik etik kodlarına uygun haberler üretmek için de bu gereklidir.
Yeni sızıntılara hazır olmak
Sızıntı gazeteciliğinde, sızdırılan belgelerin değerli olmasının yanı sıra, adını hak eden güçlü bir medya alanının varlığı da son derece önemlidir. Bu yazı içerisinde dünyadan verdiğimiz örneklerde, sızdırılan belgeler kadar köklü ve güçlü medya kuruluşlarının bu belgeleri haberleştirmesi de kritik bir rol oynadı. AKP’nin medya alanını tarumar edip, yüzde 90’ına yakınını kendisinin yönettiği bir medya bloku kurmasındaki amaçlardan birisi de medyanın bu gücünü kötürümleştirmekti ve bunda başarılı oldu. TÜGVA’nın sızdırılan belgelerinin hak ettiği düzeyde ilgi görmemesinin bir nedeni adını hak eden medyanın bu güçsüz hali.
Ancak, bu belgelerin geçmişte, yani yedeklendiği tarihte değil de bugün sızdırılmasının nedeni, tam da başka kurumlardan, çok daha büyük ölçekli sızıntıları beklememizi de gerektiriyor. Artık su aldığı bütün yolcuları tarafından görülen ve batacağı toplumun büyük bir kesimi tarafından kabul edilen gemide işler daha da karışacak. Kimileri kendilerini işlenen suçlardan kurtarmak için, kimileri yeni düzende iyi bir yer kapabilmek için, kimileri geçmişte yediği kazıkların intikamını alabilmek için yeni yeni TÜGVA vakaları yaratacak. Çıkarların, sınırların, ilişkilerin iyice birbirine gireceği böyle bir dönemde, AKP’nin o çok güvendiği medya orkestrasının da, gemi batana kadar reislerinin bestelediği şarkıyı çalacağının bir garantisi yok.