Emre Tansu Keten
Son Senfoni: Gustav Mahler’in ölümleri
Mahler’in genç ve güzel karısıyla yaşadığı rüya gibi günler sonsuza kadar sürmüyor örneğin. Binlerce insana konser verdikten sonra dakikalarca ayakta alkışlandığı ve kendisini tanrı gibi hissettiği o an en fazla birkaç saat sonrasında yok olmaya mahkûm. Kendisi ne kadar o anın içinde sürekli yaşamak istese de, böyle anlar ancak ölümleriyle anlam kazanıyor. Tıpkı bütün bir yaşamın ancak ölümle anlam kazanması gibi.
Aslında mezarlıkların sadece ölü bedenlerden değil, bir daha tekrarlanamayacak, belki de hakkıyla hatırlanamayacak anlardan, anılardan, olaylardan ve duygulardan oluştuğunu söylüyor bize Seethaler. Her şey bu kadar akışkan ve gelip geçiciyken, bir hayatı nasıl yaşamalı? Göçüp giderken dünyaya bir isim bırakmakla, kendi köşende küçük bir dünya kurmanın, ölmüş olanlar açısından bir farkı var mı gerçekten?
Bir buçuk senedir, her akşam bir yenisi yayımlanan koronavirüs tablolarında, güncel vaka ve ölüm sayılarını takip ediyoruz. Çeşitli mecralarda, iktidarın kendi gündelik çıkarları için bu sayılara şekil verdiğini, ölüm oranının açıklananın en az üç katı olduğunu falan tartışıyoruz. Bu hengameden bir anlığına kurtulduğumuzda ise, ölümün sayılara ne denli indirgendiğini fark edip, “her gün bir uçak dolusu insan ölüyor” diyerek, bu gerçekliği zihnimizde somutlaştırmak, yaşanan dehşeti gerçekten hissedebilmek için çabalıyoruz. Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybedenlerin yakınlarının sosyal medyada paylaştıklarını takip edip, turkuaz tablonun arkasındaki kanlı canlı hikâyeleri görmeye çalışıyoruz. Ancak bir sonraki akşam açıklanan yeni veriler, bütün bu çabalarımızı yine sayıların altında nefessiz bırakıyor.
Toprak
Avusturyalı yazar Robert Seethaler, son romanlarında, modernizmle birlikte hayatın dışına, hastanelere ve mezarlıklara gönderilen ya da tablolara sığdırılan ölümü yeniden düşünmenin yollarını arıyor. Toprak isimli kitabı, tam da bu bahsettiğimiz ruh halinin peşinden giden bir metin. Kitapta, bir kasabanın mezarlığından ses veren ölüler, henüz hayattayken, yaşadıkları kırgınlıkları, mutlulukları, pişmanlıkları, kötülükleri anlatıyor. Bir mezarlıkta bir araya gelmiş “sıradan” insanlar, yaşarken nerede buluşabildiklerinin, nerede birbirlerini ıskaladıklarının muhasebesini yapıyor.
Roman, aslında insanlar öldüklerinde onlardan geriye neyin kaldığı sorusunun peşinden gidiyor. Köy irisi bir kasabada doğup, birtakım “küçük” işlerle uğraştıktan sonra, aynı yerde ölen insanların, kendi yaşam sınırları içerisinde yapıp ettikleri, yapıp edemedikleri, hissettikleri, arzuladıkları, bırakın dünyanın geri kalanında nefes almayı sürdürenleri, o küçük kasaba ahalisi için bile bir şey bırakıyor mu geriye?
Aslında mezarlıkların sadece ölü bedenlerden değil, bir daha tekrarlanamayacak, belki de hakkıyla hatırlanamayacak anlardan, anılardan, olaylardan ve duygulardan oluştuğunu söylüyor bize Seethaler. Her şey bu kadar akışkan ve gelip geçiciyken, bir hayatı nasıl yaşamalı? Göçüp giderken dünyaya bir isim bırakmakla, kendi köşende küçük bir dünya kurmanın, ölmüş olanlar açısından bir farkı var mı gerçekten?
Son Senfoni
Seethaler’in son romanı Son Senfoni, Toprak’ın aksine sıradan insanları değil, göçerken dünyaya bir isim bırakan ünlü müzisyen Gustav Mahler’i odağına alıyor. İlerleyen yaşlarında ölümcül bir hastalıkla mücadele eden Mahler’in New York’tan Avrupa’ya yaptığı deniz yolculuğu romanın ana sahnesini oluştururken, ölüme adım adım yaklaştığının bilincinde olan Mahler’in geçmişiyle giriştiği muhasebe vesilesiyle Viyana’dan Paris’e ve bir zamandan diğer zamana yolculuk yapıyoruz.
El üstünde tutulduğu, müzik dehası olarak göklere çıkartıldığı günlerden, karısının kendisinden vazgeçmesine, artık alıştığı o saygı ve hayranlığı görememesine kadar geçen süre, yaşandığında o kadar da uzun değil. Mahler için o şaşaalı artık günler çok geride kalmış, çok puslu bir camın ardında, sanki başkası tarafından deneyimlenmiş gibi.
Bir yerde şöyle düşünüyor: “Bir zamanlar duymuştu, insanın her hücresi yaşamı boyunca defalarca yenileniyordu, öyle ki birkaç yıl içinde asıl bedenden geriye hiçbir şey kalmıyordu. Yani bir anlamda küçük çaplı bir yeniden doğuştu bu. Peki parçalarımız sürekli değişim halindeyse, bütününde bir sürekliliğin varlığını kabul etmek mümkün müydü? Zaman geçtikçe aynı kalan, kökünde ve temelinde değişmeyen öz müydü?” (s. 34).
Ama bu bir anlamda küçük çaplı bir yeniden ölüm de değil mi? Nasıl ki, günleri, geçen zamanı yerinde tutamayıp ölüme doğru duraklamasız bir şekilde gidiyorsak, yaşam içindeki “yaşam anları”nı da elimizde tutamıyor, bunların ölmesine mâni olamıyoruz. Mahler’in genç ve güzel karısıyla yaşadığı rüya gibi günler sonsuza kadar sürmüyor örneğin. Binlerce insana konser verdikten sonra dakikalarca ayakta alkışlandığı ve kendisini tanrı gibi hissettiği o an en fazla birkaç saat sonrasında yok olmaya mahkûm. Kendisi ne kadar o anın içinde sürekli yaşamak istese de, böyle anlar ancak ölümleriyle anlam kazanıyor. Tıpkı bütün bir yaşamın ancak ölümle anlam kazanması gibi.
Son Senfoni’nin bize söylediği, yaşamın küçük ölümlerden oluştuğu. Mahler, tefekkür anlarında en çok da kendi küçük ölümlerinin yasını tutuyor.
Toprak ve Son Senfoni, Seethaler’in ustalığını ölüm mefhumuna yönelttiği, okuru konforlu alanların dışında ölümü düşünmeye davet ettiği ve birbirleriyle düşünsel bir bağ üzerinden ilişki kuran iki iyi roman. Böyle bir dönemde daha da okunası!