Serhat Güney
İşte bu bizim hikâyemiz
Franco’nun İspanyası halkın hikâyelerinin sarayların kapısından içeri sızabilmesinin imkânsızlığını gösteren bariz bir asrî zaman örneği olarak orada durur. Çünkü aslında saraylar bir ülkenin gurur abideleri gibi yükselseler de sadece toplumu sadık ve sessiz kullara çeviren hamasetin üretildiği yerlerdir. Zamanla halklarla saraylar arasında aşılması imkânsız, derin uçurumlar oluşur ve o sırça köşklerde sıradan insanların öyküleri hiç mi hiç duyulmaz olur.
Guernica, ulusunun katlandığı ağır baskılar ve uğradığı karşılanmaz kayıplar önünde, ressamın duyduğu acıyı siyah-beyaz tonlarda çığlıklarla dile getirmiştir. Onda İspanya’nın kısık, yoğun ve bahtsız sesi saklı” diye yazmış 1973 senesinde günlüğüne Uğur Kökden. Tiksinti Çağı’nın kendi sürgün yıllarında, aynı çağın 37. senesinde gerçekleşen bir olayı hatırlatıyor bize bu satırlarıyla; Alman savaş uçaklarının Guernica kasabasının üzerine yağdırdığı bombalarla ölen çoluk çocuk, kadın, yaşlı, tam 2 bin sivilin hikâyesini. İşte bu hikâyeyi hafızalara kazıyan ve İspanyol halkının acı deneyimlerini tüm dünyaya mal eden eserin adıdır Guernica. Ressamı Pablo Picasso’dur ve bu tabloyu boyadığında özgür İspanya son nefesini vermek üzeredir, çünkü bu esnada General Franco bütün gücüyle Cumhuriyet’i yok etmekle meşguldür. Ressam, özgür İspanya’nın düşmanı olan Franco yanlıları tarafından ülkesinin fetihlerle yazılmış emperyal geçmişine ve Katolik halkının değerlerine yabancılaşmış bir hain, bir halk düşmanı olarak yaftalanır, sürgüne gider. Öldüğünde bütün eserlerinin ülkesinin müzelerine bağışlanmasını vasiyet edecek kadar İspanya aşkıyla dolu olan bu adam sürgünde vatan hainliğine devam ederken Franco yazlık sarayında İspanya kıyılarını, en ücra balıkçı köyüne kadar turizm endüstrisinin baronlarına pazarlamaktadır. Zamanla balıkçıların asırlara yayılan hikâyeleri, o kıyılardan sessizce silinip gider ve o eşsiz masalların yerini gösterişli tüketime dayanan görgüsüz bir eğlence kültürü alır. Franco’nun İspanyası halkın hikâyelerinin sarayların kapısından içeri sızabilmesinin imkânsızlığını gösteren bariz bir asrî zaman örneği olarak orada durur. Çünkü aslında saraylar bir ülkenin gurur abideleri gibi yükselseler de sadece toplumu sadık ve sessiz kullara çeviren hamasetin üretildiği yerlerdir. Zamanla halklarla saraylar arasında aşılması imkânsız, derin uçurumlar oluşur ve o sırça köşklerde sıradan insanların öyküleri hiç mi hiç duyulmaz olur.
DEMOKRASİNİN KOKUSU
Diktatör Franco, 1975’e dek süren karanlık rejimi boyunca halkına büyük fetih geçmişinin ihyası ve emperyal hedefler adı altında başkalarının; batılı kapitalist çıkar çevrelerinin masallarını anlattı. Onun kanlı rejimi tarihin çöplüğüne atıldıktan birkaç yıl sonra, 1981’de Guernica yurduna geri döndü. İspanya halkı, ancak 36 yılın ardından, gizlenen tarihine, gerçeğe ve masallarına kavuşabilmişti. İspanyollar böylece, daha demokrasinin kokusu duyulur duyulmaz, yani yemeği henüz masaya bile konmadan kendi içlerinden çıkan Lorca gibi, Katolik yazar Bergamin gibi, Picasso gibi büyük insanların kaleminde, dilinde, fırçasında yaşayan, orada hayat bulmuş kendi öz sesiyle ve hikâyeleriyle yeniden kucaklaştı. Çünkü bir topluma, kendi hikâyelerini kurgulayabilmesi, kendi masallarını yazıp anlatabilmesi için özgürlük lazımdır, diktatörlükler değil.
Gerçekten de, bir halkın kısık sesinin üst perdelere çıkabilmesi için özgürlüğün bir yerlerden göz kırpması gerekir. Bizim toplumumuz da tebaadan vatandaşlığa yürüdüğü uzun ince güzergahta kendisini ancak modernizmin yarattığı demokratik fırsatların aynasında görme, okuma şansına erişmiştir. Zira, imparatorluk geçmişimizde halkın kendisi gibi hikâyeleri de alabildiğine başı boş ve sahipsizdir. Nesilden nesle, ancak sözlü kültür vasıtasıyla aktarılabildiği kadarıyla hayatta kalabilmiş bir kültürdür bu. Bütün imparatorluklar gibi Osmanlı’nın tarihi de tabii ki tebaasının değil, sarayın, yani en başta padişahlar olmak üzere, soyluların, ağaların, beylerin ve paşaların hikâyeleri, hayatları, yapıp ettikleri ve dünya görüşleri üzerinden yazılmıştır. Halkın kendi özgül kültürel evrenini oluşturan deneyimler, yaşantılar, tarzlar ve ürünler, yani toplumun kendi hikâyeleri diyebileceğimiz şeyler ancak modernitenin yörüngesine girildiğinde gündeme gelebilecektir ve hiç kuşkusuz bu aşamaya modernleşme yolculuğunun doğurduğu ve Cumhuriyetle birlikte serpilip gelişen kültür akımları sayesinde varılmıştır.
NE ZAMAN BİR KÖY TÜRKÜSÜ DUYSAM…
Şairim / Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası / Ayak seslerinden tanırım / Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım / Şairim / Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum / Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim / Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm. Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi büyük bir sanatçıya bu mısraları yazdıran heyecanların ateşi, kültürümüzün asri yolculuğunun halkçılıkla temas eden yüzeyinde yanar. Modernizmin açtığı yoldan ilerleyen kurumlar ve şahsiyetler sayesindedir ki, yüzyıllar boyunca kendi yağında kavrulmuş halk kültürümüz biraz gün yüzü görebilmiştir. Söz türkülerden açılmışken, sonradan TRT kurumu altında birleşen Türkiye Radyoları’nı ve onlarca değerli kültür emekçisinden birisi olarak Muzaffer Sarısözen’i anmadan geçmek olmaz. Özellikle bağlamayla tanışıklığı olanlar, türküleri baş tacı edenler bu değerli Cumhuriyet aydınını, halk şarkılarımızın eşsiz koruyucu meleğini muhakkak hatırlayacaklardır. Osmanlı döneminde doğmuş ve yetişmiş, Kurtuluş Savaşı’na katılmış, Cumhuriyet döneminde eğitmen olmuş bir büyük folklor neferi, bir iflah olmaz hikâye avcısı, derya deniz bir halk müziği üstadıdır o. Modern Türkiye’nin kurumları ve kültür politikaları olmasa kaybolup gidecek gidecek 10 bin civarında halk ezgimizin notaya, plağa veya banda kaydedilmesini sağlayarak adeta devasa bir sesli halk kültürü ansiklopedisi yaratmıştır. Bu sayede ‘Yurttan Sesler’in nicesi, modernizm adı altında unutturulmak şöyle dursun hafızalara kazınmış, evrensel kültür birikiminin değerli bir unsuru olarak ulusların kültürel yelpazesine işlenmiştir.
MASALLARIN MUHAFIZLARI
Cumhuriyet Türkiye’sinin kültürel yolculuğu, hikâyeleri ve hayatları türkülerine, masallarına, ocaktaki aşlarına kadar dağ başlarında unutulmuş bir halktan modern bir ulus yaratma idealiyle biraz aceleci, bazen nobran veya üst perdeden ilerlemiş olabilir, ama ne olursa olsun odağında hep millet bulunmaktadır. Gene en nihayetinde bu tornadan geçen Cumhuriyet kuşakları sayesinde kültürümüzün devlet elinde yontulmaktan biraz küntleşmiş köşeleri incelmiş, en rafine, en üstün hallerine erişmiştir. Modern kültürümüzün sınır çizgilerini çizen kurumlarımızı hadi bir yere kadar sorgulayalım, tamam, ancak onun yapı taşlarını döşeyen kültür emekçilerimizin halka yabancılaştığını iddia etmek düpedüz bir ideolojik safsatadır. Özellikle dünyaya mal olmuş çağdaş bilim insanlarımızın, şairlerimizin, yazarlarımızın, sinemacılarımızın halktan kopuk olduğunu söylemek en hafif tabirle insafsızlık olur. Boratav Hoca’nın, Başgöz’ün araştırmaları, Livaneli’nin şarkıları, Nazım’ın şiirleri, Sait Faik’in öyküleri, Yaşar Kemal’in romanları, Yılmaz Güney’in filmleri bu toplumun hikâyelerinin, söylencelerinin masallarının harman olduğu eserlerdir. Çileleri, yasları, sevinçleri, kahramanlıkları, açmazlarıyla bütün bir toplumun zengin duygu seli ve yaşam tarzları çağdaş aydınlarımızın ellerinde kültürel şaheserlere dönüşmüş, bu yapıtların en yüceleri onlarca dile çevrilmiş, bir ulusun dünyaya yayılan sesi, haykırışı olmuştur.
Siyasetler, siyasetçiler bu kadük gündemler, karikatürize gösteriler gelir geçer, geriye bizim tarihten getirdiğimiz, modern ulusumuzu kurarken hep heybemizde duran ve kahramanlıklarla, acılarla, çileyle örülü yeni ve daha özgür olmasını umut ettiğimiz bir hayata direksiyon kırdığımızda bize yol gösteren, bizi geleceğe birlik beraberlik içinde ve bir bütün olarak taşıması gereken hasletlerimiz kalır. Bu hasletler gündelik siyasetin kuru gürültüsünde öğütülüp un ufak edilemeyecek denli kadimdir ve modern kültürümüzün tezgâhlarında dokuna dokuna çeşitli hallere bürünmüş, en nihayetinde de bizim, hepimizin hikâyesi olmuştur. Eğrisiyle doğrusuyla, iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla işte bu bizim hikâyemizdir ve ancak özgürlüklerimizi koruyup yüceltebildiğimiz ölçüde bizim hikâyemiz olarak yaşamaya devam edecektir.