Süreyya Su
Furkan Celep Neden İntihar Etti?
Birkaç gün önce Burak Delier Twitter’da ölüme karşı tavrımızı sonluluk ve sonsuzluk anlayışımızla ilişkili olarak ele almayı öneren bir mesaj yazdı. “Sonlulukla kavgaya girişmeden, sonluluğun sonsuzluğun koşulu olduğunu anlamak” gerektiğine vurgu yaptı. Ve sonluluğu kısmi de olsa yenmesini sağlayan teknolojik başarıların modern insanı körleştirdiğini söyledi. Modern insan neyi göremiyor? Sonluluğun içinden geçerek sonsuzluğa erişim imkanını.
Dikkat çektiği üzere, kapitalizmin sonlu kaynaklarla sonsuz üretim ve büyüme fikrini kabul etmemize rağmen sonlu hayatlarımızla sonsuz arzu ve mücadelenin sürdürülmesi fikrini neden bugün kabul etmiyoruz? Burak Delier’in sorunsalını ben böyle anladım. Bence de umudun büyük ölçüde kırılmasına neden olan politik yenilgiler muhalif insanı körleştirdi. Sonlu hayatlarımızda göremesek de sonsuz bir gelecekte mücadeleyi devam ettiren bir kuşağın başka bir dünyayı kuracak devrime erişme imkanının olduğuna inanmıyoruz. O yüzden bunalıma ve depresyona giriyor ve elimizde ölmekten başka bir direnme aracı kalmamış gibi hala ahlakı ve vicdanı olanları kısa bir süre üzmekten başka bir etki bırakmayan eylemsiz bir eyleme ya da harekete dönüşmeyen bir eyleme girişiyoruz. Ölümü ya kutsallaştırıyoruz ya da başkalaştırıyoruz; hayatın karşıtı haline getiriyoruz. Oysa ölüm, Delier’in çok iyi betimlediği gibi, bizim içinde olduğumuz sahnenin sonu. Sonsuzluk o sahnenin çekildiği alanın dışı ve orada da olup bitenler var. Yani mesele dönüp “Hayat zaten bir oyundur” sözüne geliyor.
Hayatın amacı
Biz oyunun hiç bitmemesini istiyoruz; ne kadar sıkıcı olursa olsun. İlginçtir: oyunla eğlenmiyor, öğrenmiyor, düşünmüyor ama oyalanıyoruz. Bilhassa oyunu bizi eğlenmekten, öğrenmekten ve düşünmekten alıkoyan bir etkinlik olarak görüyoruz. O yüzden anlamlı gelmiyor, çünkü amacı yok. Hayatın işten, çalışmadan ibaret hale gelmesi hayatın kendisini bir amaç olmaktan çıkarttı ve bir oyalanma haline getirdi. Kullanım değerinin çok üstünde aşırı değer kazanmış bazı nesnelere sahip olmak için mübadele edilen bir şey oldu hayat.
Evet, Kocaeli’de geçen gün intihar eden kargo işçisi Furkan Celep’in dediği gibi bir araba, bir ev sahibi olmak için hayatımızı harcıyoruz. Harcanan yıllar, harcanan hayat yaşanmamıştır; geriye ya hiç sahip olunamayan ya da sahip olunduğunda çoktan eskimiş şeyler uğruna tükenen bir ömür kalır. Böylece hayat eğlendiğimiz bir oyun olmaktan, deneyim kazandırarak öğreten bir oyun olmaktan, seyrederken düşündüren bir oyun olmaktan çıkar, sıkıcı geçen zamanın çabuk geçmesi için bizi oyalayan boş işlerden ibaret hale gelir. Bu durum zengin için de fakir için de fark etmez, kriz kapitalizmin hem sonucu hem kaynağıdır. Bunun hayata tercümesi depresyon başta gelmek üzere psişik rahatsızlıkların kapitalist toplumda çelişkili hayatın semptomları ve mutsuz bilincin ifadeleri olmasıdır. Bir yandan hayata şehvetle tutkulu olup diğer yandan hayat karşısında kendini yetersiz ve hadım gibi hissetmek tüketim toplumunda genel bir insanlık durumudur.
Toplumsal düzen
Teknolojideki ilerleme de insanın gittikçe daha çok kendini her şeye muktedir görmesine neden olurken dünyada ortaya çıkan yeni riskler insanda daha çok tekinsizlik ve endişe duygularını besliyor. Küresel Corona virüsü salgınından itibaren insanlar kendilerinin aslında ne kadar ölüme yakın yaşadıklarını gördüler. Meğer soluduğumuz hava, dokunduğumuz nesneler, içinde bulunduğumuz ortamlar, yanında oturduğumuz, karşısında konuştuğumuz insanlar ne çok riskler taşıyormuş. Bir anlamda her nefes alışımızda ölümü içimize çekiyormuşuz ama geri bırakıyormuşuz. Ama şimdi teneffüs ettiğimiz ölüm bedenimizde tutunmaya daha yetenekli. O yüzden içimize girmemesi için önlemler almalıyız. Bunu özellikle devletler şart koşuyor; ama çok da toplumlarını korumak istedikleri için değil, toplumsal düzeni sürdürmek istedikleri için.
Toplumsal düzen çalışan, üreten, tüketen, borçlanan, taksit ve vergi ödeyen insanların birbirleriyle rekabete dayalı ilişkilerine dayanıyor. Acı ve sıkıntı çekseler de insanlar yaşamalı. Devletler insanların acı ve sıkıntılarına rağmen yaşamalarını sağlamak için uyuşturucu işlevi gören ideolojik aygıtlar üretiyor: din, sanat, kültür, moda, vs. Bunlarla oyalanmak ölümü de unutturuyordu. Ama şimdi sürekli yüzümüzdeki maskeler bize ölümlü olduğumuzu hatırlatıyor. Devletler için maske tam da toplum idealinin bir metaforu gibi; insanların kendilerini, dolayısıyla farklarını ifade edebildikleri yüzlerini örterek onları ifadesizleştiren, aynılaştıran bir özelliğe sahip. Ama modern toplumda birey için bu özelliğinden dolayı kullanmak istenmeyen bir araç.
İntiharın boyutları
Bugün toplumsal düzene uyum sağlayamayan, herkes gibi olamayan, farklı olma çabasıyla aynılaşmayan, bireysel tercihler adı altında sınıflandırılmış tüketici davranışları sergilemeyen insanların önünde iki seçenek var: Ya depresyona girip uyuşturucu ve intihara sürüklenecekler ya da karakter aşınmasına maruz kalıp kendileri olmaktan vaz geçecekler. Aslında ikisi de sonuç itibariyle intihar. Birisi biyolojik varlığına son veriyor diğeri tinsel varlığına. Peki neden insanlar kendilerinden vaz geçmeyi tercih edebiliyorlar da kendilerini var etmeyi tercih etmiyorlar. Kendini var etmek kendinden vaz geçmekten daha mı zor?
Yaşamak gerçekten zordur. Özellikle kapitalist bir dünyada; bütün amaçları ve varoluş biçimleri sizin dışınızda bir kararla tayin edilmiş bir dünyada. O zaman yaşamak mutlu olunan ve istenen bir şey olmaktan çıkıp maruz kalınan ve tahammül edilmesi gereken bir şey oluyor. Hayat çalışmayla sınırlandırılınca herkes için başarılması gereken bir görev gibi telakki ediliyor. Bu yüzden birçok kişi istemediği hayatı yaşıyor. İstenmeyen bir hayatı terk etmek onunla yaşamaktan kolaydır. Bir insanın intihara karar vermesi elbette kolay değildir ama yaşadığı hayatı veya dünyayı değiştirmeye çalışmasından daha kolaydır. Dünyayı değiştirmek için hayatın olumsallığını, zorluğunu, şiddetini, sıkıcılığını kabul etmek gerekir. Beckett’in kahramanları gibi yenilgiye doymamak gerekir; yaşam, gücünü olmayınca yeniden deneyecek, hep yeniden başlayacak inattan alır.
Siyaset yaşatır
Toplumda siyaset yanlış anlaşılıyor. Genel olarak zannediliyor ki bir ideoloji veya partiye bağlanmak siyaset yapmaktır. Oysa siyaset yapmak insanın kendisi için uygun olmadığını düşündüğü hayatı ve dünyayı değiştirmeye çalışmasıdır. Zeynep Direk, Furkan Celep’in intiharında bunu vurguladığı için tepki gördü ve çirkin saldırılarla karşılaştı. Dediği şuydu: Furkan Celep, intihar etmek yerine bir sosyal harekete katılıp, şikayet ettiği şeyleri değiştirmek için mücadele edebilirdi ve o zaman hayatını anlamlı kılabilirdi. Bu sözleri Zeynep Direk’in Furkan Celep’i yargıladığı şeklinde anlaşıldı, ama söylediği, hayatı yaşamaya değer ve anlamlı kılacak tek edimin siyasi edim olduğuydu. Ama toplum siyasetsizleştiği için, devlet siyasetin alanını daralttığı ve kurumsal muhalefet toplumu siyaset yapmaya motive edecek bir etkili söylem üretemediği için insanlar dünyayı tek başlarına değiştirecek güç bulamıyorlar ve kendilerini yalnız ve çaresiz hissettikleri için intiharı bir alternatif olarak görebiliyorlar.
Bu bakımdan ben de Zeynep Direk gibi, sol siyaset ve kurumsal muhalefeti toplumda artan intihardan sorumlu görüyorum. Üstelik devletten daha çok sorumlu olarak… Ne zaman ki sol, siyasette sağın karşısında bir alternatif olmaktan, ikinci yol olmaktan vaz geçip, üçüncü yol arayışına girdiyse, o zamandan beri anayolun sağ şeridinin sağında aslında bir yol olmayan yol, düzen için bir emniyet şeridi olmayı üstlenmiş oldu.