Begüm Erdoğan

Begüm Erdoğan

Platformlarda izleyebileceğiniz Altın Palmiye ödüllü filmler

Bugün 2024 Cannes Film Festivalinin kapanış seremonisi olacak ve Greta Gerwig öncülüğündeki jüri ödüllerini takdim edecek! Camille Cottin tarafından sunulacak olan seremoniye kadar kim kazanacak heyecanı arasında beklerken, dilerseniz son on sene içerisinde festivalin büyük ödülü Altın Palmiye’yi alan işlere göz atalım.

  1. Bir Düşüşün Anatomisi, 2023 (TV+)

Justine Triet’in yönettiği ve eşiyle birlikte kaleme aldığı film, son dönemlerde izlediğim en etkileyici yapımlardan. Bir hukukçu ve bir sinema yazarı olarak bende derin bir iz bıraktığını içtenlikle söyleyebilirim. Sandra Hüller’in yine Sandra adında biseksüel bir yazarı başarıyla canlandırdığı bu film, “PIMP” adlı şarkının bangır bangır çaldığı bir dağ evinde başlıyor. Şarkının sonsuz döngüsü içinde Sandra’nın kocası Samuel’in düşerek öldüğü fark ediliyor ve bu şüpheli ölüme ilişkin araştırmalar ardından da yargı süreci başlıyor. Sandra, baş şüpheli ve sonrasında sanık olarak, oğlu Daniel’se en önemli görgü tanığı olarak konumlanıyor. Sandra sanık koltuğunda otururken, yaptıkları ve yapmadıklarının yanında, cinselliği, öfkesi ve başarısı yüzünden de yargılanıyor. Triet’in Sandra’sını hem anne, hem eş, hem yazar, hem şüpheli, hem masum olarak görüyoruz. Yargının dönen dişlerinin içinde önyargının ve bağnazlığın varlığını, ilmek ilmek örülmüş kurgusuyla anlatıyor Triet. Bu yargı sürecini aynı zamanda başarılı bir kadın olarak var olma savaşının bir metaforu gibi okumak da mümkün. Çünkü kadın, erkek egemen toplumun içinde boyun eğmeyen, başarılı ve özür dilemeksizin kendi olma cesaretini ne cüretle gösterir?

whatsapp-image-2024-05-24-at-15-52-58.jpeg

  1. Titane, 2021 (MUBİ)

Başlarken hemen belirtelim, Julia Ducournau beyin esneten filmi “Titane”la Cannes Film Festivali’nde ödül alan ikinci kadın yönetmen oldu (Hemen sonra da Justine Triet onu takip etti). MUBİ bu filmi bir “Molotof kokteyli” diye tarif ediyor ve bu söylem ancak bu kadar doğru olabilirdi. Film, toplumsal cinsiyet konuları ve kadının metalaştırılması durumu üzerinden sembolik ve derin okumalar sağlayan bir iş ancak tüm izleyiciler için uygun olmadığını belirtmek gerek. Filmin ana karakteri Alexia, ufak bir çocukken babasıyla bir araba yolculuğu sırasında bir kaza geçiriyor. Bu kazada Alexia ağır yaralanıyor ve bunun sonucunda kafasına bir titanyum plaka yerleştiriliyor. Seneler sonraysa arabaların üzerinde dans ederek para kazandığı, cinsel düşüncelerin ilgi odağı olduğu bir hayatı oluyor. Aslında filmin yalnızca ilk on dakikasını içeren bu kısa anlatımdan öteye geçmemeyi tercih ediyorum çünkü film sürekli şekil ve his değiştirerek dehşet uyandıran çok farklı bir yapım ve onu bu şekilde izlemek daha kıymetli diye düşünüyorum. Özellikle değişik kurgular izlemeyi sevenler için kaçırılmaması gereken, Gaspar Noé sinemasını andıran, cinselliğin ve dehşetin çıplak ve el ele olduğu bir yapım.

  1. Parazit, 2019 (BluTV)

Bong Joon-ho’nun küresel problemlere ve ahlak ikiyüzlülüklerine dair canlı ve heyecanlı anlatımları var. Onun sinemasının en niş örneklerinden birisi de şüphesiz 2019 yapımı “Parazit”. Yönetmen bu sefer ironilerle dolu kamerasını sınıfsallık üzerine çevirmiş ve ortaya bu sansasyonel film çıkmış. Konu olaraksa oldukça fakir olan Kim ailesinin adım adım ve sinsi hareketlerle oldukça zengin olan Park ailesinin hizmetlileri olarak hayatlarına girdiği kurguyu anlatıyor. Bu sırada Kim ailesinin sinsi hareketlerinin arkasında yatan derin çaresizliği yaşatıyor Joon-Ho izleyicisine. Canlı ve sürükleyici yapısı, Joon-Ho’nun sinemasını çok erişilebilir bir hale getiriyor. Kim ailesi üzerinden hırs ve var olma savaşını hissettirirken sosyal sınıflar arasındaki görünmez bağlara da dikkat çekiyor yönetmen. “Parazit”, uçurumlarla ayrılmış iki gelir grubu arasındaki gerilimi ekrana taşıyan güçlü senaryosu ve çarpıcı estetiğiyle sadece Cannes’da değil dünya çapında ilgi uyandıran müthiş bir yapım.

  1. Arakçılar, 2018 (TV+)

Arakçılar, hayatta kalmak için dükkanlardan bir şeyler çalan ve Tokyo’nun yoksul bir kesiminde yaşayan Shibata ailesini konu alıyor. Günlük hayatlarına devam ederlerken küçük bir kızı bulmaları ve onu ailelerine almalarıyla hayatlarında değişime yer açmış oluyorlar. Oldukça minimalist, sakin ve doğal bir anlatımla aile olmak konusunda samimi sorular soruyor yönetmen Hirokazu Koreeda. Onun yönetmenliği empatik ve duygusal hissettiriyor. Filminse, duyguların haritasını çıkarmış hassas bir ruha sahip olduğunu sezebiliyorsunuz. Yoksul ve toplumun sınırlarında yaşamanın getirdiği görünmezlik altında hareket eden bu insanların resmini kendi renkleriyle çiziyor, Koreeda. Ailenin insanın sevildiği, ilgi ve şefkat gördüğü yer olduğunu düşündürüyor onun filmleri.

  1. Kare, 2017 (AppleTV’de kiralanabilir)

Filmin ilk başında Ruben Östlund’un yönettiği film “Sanatı sanat yapan nedir tam olarak?” diye soracak sanabilirsiniz, haklı olursunuz da. Ancak film buna değiniyor ve çok daha ötesine uzanıyor. Stockholm’de bir modern sanat küratörü olan Christian, “Kare” isimli bir sergi açılışına hazırlanmaktadır. Bu sırada bir gün telefonu ve cüzdanı çalınır. Bu basit görünen olay ufak tefek kaotik başka olayları meydana getirir ama bu sırada müzenin sergi hazırlığı ve çalışmaları devam etmelidir. Öslund, ana karakteri Christian üzerinden modern toplumun sınıfsallığına ve ikiyüzlülüğüne bir “sille vuruyor” demek yanlış olmaz. Post-modern sanatın toplumdan kopuşunu da gözler önüne sererken, tüketim ve barınma, güven ve güvensizlik gibi farklı konulara da değiniyor ve ortaya bir kara komedi başyapıtı çıkıyor. Ton ve his olarak “Triange of Sadness” ile bağ kurabileceğiniz bu yapımda ikiyüzlülüğe kanınızın donacağını düşünüyorum.

  1. Dheepan, 2015 (TV+)

Dheepan son yılların en tartışmalı Altın Palmiye kazananlarından biri. Fransız bir yönetmen olan Jacques Audiard’ın yönettiği ve Thomas Bidegain, Noé Debré eşliğinde yazdığı film, Sri Lanka’nın dili Tamil ve Fransızca dillerinde geçiyor. Sri Lanka’daki savaştan kaçan bir Tamil Kaplanı, genç bir kadın ve çocuğun Fransa’ya gidebilmek için bir aileymiş gibi davranmasını ve sonrasında Fransa’daki yaşantılarını konu alıyor. Paris’in çok kültürlü bir banliyösüne yerleşen “aile”nin uyum sağlama ve var olma çabasına şahitlik ediyoruz. Geçim derdi ve ırkçılık gibi sorunlar gündelik hayatlarını çevrelerken bu üç ayrı parçanın yavaş yavaş bir aileye dönüşmesini izliyoruz. Ancak filmin ilginç taraflarından birisi de Audiard’ın Tamil diline dair pek bir şey bilmiyor oluşu. Yani “El Capitan”da olduğu gibi bilmediği dilde çalışan bir yönetmen görüyoruz. Farklı yönleriyle yoğun şekilde eleştirilen film yine de estetiği ve oyuncuların ortaya koydukları doğal ve samimi performanslarla takdir edilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Begüm Erdoğan Arşivi