Pelin Batu
Özlem…
Özlem Kumrular çok sevdiğim, hayat dolu, heyecanlı, akıllı, eğlenceli, bilgili bir arkadaşımdı. Birlikte en çok hayal kurduğum insandı. Pek çok ülkeye gidecek, birlikte kitap yazacak, program ve film çekecektik. Her buluştuğumuzda, gideceğimiz ülkeleri, araştıracağımız konuları sanki nefessiz bir şekilde konuşur, bir hayat yetmeyecekmiş gibi yaşardık. Onu daha dün toprağa verdik şimdiden geçmiş zaman kipini kullanmak ağrıma gidiyor. Ama yazacağım, zira ilk kez onunla ilgili yazılıp çizilen aynı cümleleri okuyunca hakkının verilmediğini görmek istemem, onun birkaç klişe ibareden çok öte bir değer olduğunu anlatmak, arkadaşı olarak borcum.
Özlem ile Boğaziçi Üniversitesi’nde paralel evrenlerde yaşıyorduk adeta. Ben tarih lisansı yapmışken o batı dillerinde okumuş, ben yüksek lisansımı batı dillerinde yapmaya başladığımda o tarihte yüksek lisans yapmıştı. İkimiz de Kemancı’da rock dinleyip raks etmiş, ikimiz de tuhaf adamlara aşık olmuş, ikimiz de İstanbul aşığı olup çıkmıştık. Ama o yıllarda okulumuzda yollarımız hiç kesişmemişti. 11 dil konuşan poliglot arkadaşım, sonrasında dünyanın en köklü üniversitelerinden biri olan Salamanca Üniversitesi’nde tarih doktorasını yaparken ben Boğaziçi’nde doktoramı tamamlamış, filmler ve tv dünyasıyla tanışmıştım. O ise akademik kariyerine devam etmiş, 2018 yılında profesör olmuş, sayısız öğrenci yetiştirmiş, 23 kitap kaleme almıştı. Hiç yerinde durmazdı.
1974 baharında dünyaya gelen Özlem, hep çalışkan bir çocuktu. Annesi İffet Kumrular günümüzde Salt’a ev sahipliği yapan Merkez Bankasında babası İsmail Kumrular TRT Radyosu’nda çalışırken yanlarına gider, her şeyi merak ederdi. O da benim gibi inekti. İlkokulu Beylerbeyinde okudu, sonra Moda ve Kültür Kolejini bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesine yazıldı ve eğitim hayatının hep merkezinde oldu. Tüm Latin dillerini hatmettiği için, mesela Nurbanu Sultan’ı mı merak ediyordu, Venedik arşivlerine girer, yüzyıllar boyunca kimsenin eşelemediği kayıtlara ulaşır, sultanın kendi şanlı geçmişini resmen inşa ettiğini kanıtlardı. Keza İspanyol arşivlerinde de Akdeniz tarihine dair pek çok kıymetli belge keşfetmişti. O çocuksu merakını hiç kaybetmediği için tarihe yeni bir bakış getiriyor, statik akademik dünyanın sınırlarını zorluyordu. Belki o yüzden de akademiyle bağlarını erken kopardı ve kendini yollara verdi.
Özlem’i bir aradığımda, Balkanlarda adını duymadığım bir kasabada çıkıyor, döndüğünde bana yemekler getirip maceralarını anlatıyordu. Bir başka arayışımda Yunanistan’ın bir adasında ev bakıyor, beni de oraya taşıma planları yapıyordu. Her gittiği yerin müzesini, kitapçısını, yerel mutfağını keşfediyor, hayatın tadına varırken labirenti andıran sokaklarında kaybolup “serendipity” denilen o güzel tesadüfler sayesinde hiç beklenmedik yerlerde bitiyordu. Mesela benden evvel Meksika’ya gitmiş bir kadın olarak, gittiği yerleri öyle güzel içselleştirip tarif ediyordu ki, insanın bir sonraki uçakla oraya kaçası geliyordu. Zaten en büyük hayallerimizden biri kuzenim hala Meksika elçisiyken onu ziyaret etmek, Aztek tarihi, çikolata tarihi ve Meksika’nın edebiyatını ve sinemasını tadıp deneyimlemekti. Ardından İzlanda’ya gidecektik. Özlem, İzlandalıların Osmanlı korkusunu anlatacakken ben de Nordik mitolojilere değinecektim. Geçen yaz için planımız İlber Hoca ve oğlum Rafael’i de alıp Kuzey İspanya’dan başlayıp, şehir şehir kasaba kasaba gezip Salamanca’ya ulaşmaktı. İlber Hoca uzun zamandır Salamanca Üniversitesi’nde sabbatical yapmak istediği için böyle bir plan yapmıştık. İkimiz de araba kullanmadığımız için direksiyona Özlem geçecekti, müzeleri geze geze, konserler dinleye dinleye okula ulaşacaktık...
Özlem’in Zürih’te geçirdiği meşum kazadan bir hafta evvel, Reşat Ekrem Koçu sergisini gezdikten sonra, arkadaşlarımız ve Rafa ile bankalar caddesinde otururken, siz deyin beş, ben diyeyim on ülke listesi çıkartmış, herkesi seferber etmiştik. O akşam üstü dört yaşındaki oğlum Özlem’e evlilik teklif etmişti. Özlem de tıpkı benim gibi çok da çocuk meraklısı olmamakla birlikte Rafa öncesi/Rafa sonrası bir durum olmuş, çocuğa müthiş bir sevgi beslemeye başlamıştı. Bize her geldiğinde Rafael’in uçak sevgisini bildiği için bir uçak kapar ya da o muhteşem kurabiyelerinden yapardı.
Yazarken zorlanıyorum. Neredeyse bir senedir hastane yataklarında yatan arkadaşımı sadece bir kere ziyaret edebildim. Suçluluk duyuyorum. Fakat onu o şekilde görmek çok acıtıyordu. Onun gibi hayat aşkıyla dolup taşan, hayata aşık, hayatın her rengini ve nüanslarını tadan bir kadının öyle sessiz, hissiz makinelere bağlı olması ağrıma gidiyordu. Üstelik canım Özlem korkaktı. Geçen sene Romanya’da beraber karşıya geçerken bize kırmızı yanıyor, araba yok, sabırsız ben hadi gidelim derken o koluma sarılıp “dur, bekleyelim” demiyor muydu? Nasıl olur da ona, üstelik Zürih gibi bir yerde otobüs çarpabilirdi? Bütün bu olanları kabul etmek istemiyorum. 23 kitap yazmış bir kadının daha çok yazacağı kitap vardı. Hatta son yazdığı romandan bana rol çıkarmış, filme çektirip beni de oynatacaktı. Onlarca ülke gezmiş bir gezginin göreceği çok yer vardı....
İçim acıyor. Böyle bir değerin hiç kolay yetişmediğini, sadece ülkemiz için değil, dünya için müstesna bir kişi olduğunu biliyorum. Ona veda etmeye hazır değilim. Güzel arkadaşım bir seneye yakın direndi, ben onun bir gün gözlerini açıp, “ben geldiiiimmm” demesini bekliyordum. Olmadı. Artık yazdığı kitaplarla yaşayacak Özlem. “So long lives this and this gives life to thee” *my dearest friend.
*Shakespeare’in dediği gibi eserin yaşadıkça sana hayat verecek.