Emre Tansu Keten
Küçülen davalar, büyüyen kasalar partisi: AKP
Neoliberal bir model olarak girişimcilik ve rekabetçilik, insanları daha fazla öne çıkmaya, daha görünür olmaya, daha fazla göze girmeye zorluyor. Bu nedenle, İslamcılığın iddialarını soğurarak, 90’ların İslamcı ütopyalarını tarihe gömen AKP’ye bir “dava” icat etmek için herkes birbirini paralıyor. Ne var ki devlet bir dava ile değil bir şirket gibi yönetiliyor.
Öldürülecek komşu listeleri, mermi dolu kavanozlarla tehditler, silah koleksiyonlarının sosyal medyada teşhiri, muhalif kadın gazeteci ve siyasetçilere yönelik iğrenç söylemler… AKP’nin kendi yarattığı darbe yaygarasından sonra ortalığı kaplayan bu çürümüşlük, en çok, sosyal medya etik ilkelerine uymaya söz veren yeşil noktalı hesaplar tarafından paylaşıldı. İlkelerin duyurucusu Mahir Ünal bunun üzerine, “bakın böyle çözülmüyor demek, yasal önlemler lazım” demeye getirerek, aslında etik ilkelerle amaçlananı erkenden açık etmiş oldu, üstelik kendi kitlesini işaret ederek.
Peki bu gözü dönmüşlüğü, bu iç savaş hevesini nasıl açıklamak gerekiyor? Liberalinden, AKP gemisinden yeni inmiş gazetecisine kadar, hâkim kılınmak istenen ana akım bir muhalefetin sözcüleri, bunu siyasetin rayından çıkmasıyla, iktidarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir partinin çırpınışlarıyla, geçmişte “demokrasi destanı” yazmış bir partinin ilkelerini unutmasıyla vs. açıklamaya çalışıyor. Bu nedenle geçmiş destanın bir parçası olan Ali Babacan gibi isimler, kurtuluşun adresi olarak gösteriliyor.
Örneğin Yıldıray Oğur, Karar’daki köşe yazısında, komşularını öldürmek istediğini söyleyen kadını Fransız Devrimi’yle başlayan, faşizm ve sosyalizm deneyimleriyle devam eden tarihsel bir hatta değerlendiriyor. “Büyüyen davalar, küçülen insanlar” başlıklı yazıya göre, Fransız Devrimi’nde yaşanan şiddetle, 2020 Türkiye’sinde savrulan ölüm tehditleri aynı siyaset tarzının çıktısı. Muhafazakâr bir klişe olan 1789-1991 paranteziyle örülen yazı, liberal körlüğün mümtaz bir örneği. Ya da geçmişi temizleme operasyonunun vasat bir sayfası.
Dünyanın ahval ve şeraitini görmek istemeyen, geçmişi de kullanışlı bir şekilde okuyan liberaller için, tarih sürekli küçük özürlerle açıklanabilecek, sonrasında ise yine öngörülerin berhava olacağı bir şimdiki zaman meşgalesi. Oysa liberal yöntemsizliğin tam da üstünü örttüğü şey, bugünkü AKP’yi yaratanın tam da 2002’de iktidara gelen AKP olduğu. Türkiye’de ve dünyada sağ popülist, otoriter yönetimlerin bunca yaygınlaşmasının sebebi, insanların bir anda komşularına düşman gözüyle bakmaya karar vermesi, yaşadıkları bütün sorunların göçmenler yüzünden olduğunu keşfetmesi, hakikat sonrası ya da sosyal medyanın etkisi falan değil düpedüz neoliberalizmin ihtiyaçları. Polanyi’nin on yıllar önce söylediği gibi, liberal ütopyanın bu sonuca ulaşmaktan başka bir seçeneği de yok.
Neoliberal yolun yolcuları
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın önemli bir kesiminde ortaya konulan ekonomik model, toplam refah içerisinden emeğe daha fazla pay verilmesi ve sosyal devletin öne çıkması ile anılıyordu. ABD’de savaş öncesi ulusal gelirin yüzde 16’sına el koyan en zengin yüzde 1’lik kesimin, savaş sonrası el koyduğu oran yüzde 8’in altına inmişti. Ancak bu dönem bir büyüme dönemi olduğu için, sürekli büyüyen bir pastadan az da olsa sabit bir oranın alınması bir sorun yaratmıyordu. Ancak 1970’lerde içerisine girilen bunalım, en zengin kesimin kendisini tehdit altında hissetmesine neden oldu (David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, çev. Aylin Onacak, Sel Yay., 2015).
Burada devreye neoliberal politikalar girdi. Harvey’in “uluslararası kapitalizmi yeniden örgütlemeyi amaçlayan teorik tasarımı hayata geçirmeye yönelik ütopik bir proje ya da iktidarı ekonomi seçkinlerine iade edip, sermaye birikimi için gereken koşulları yeniden oluşturmaya yönelik siyasi bir proje” olarak tanımladığı neoliberalizm, ABD ve İngiltere gibi ülkelerde rızanın üretimi ile Şili, Arjantin ve Türkiye gibi ülkelerde ise kanlı askeri darbelerle teşkil edilebildi. Bu politikaların kurucu iktidarları işe sendikalar başta olmak üzere bütün sosyal dayanışma biçimlerine saldırarak, bunun yerine herkesin herkesle rekabetini geçirerek, kamu işletmelerini özelleştirerek, sosyal devlet olanaklarını yok ederek başladı. Bu projenin başarısı, 1994 ile 1998 yılları arasında dünyadaki en zengin 200 kişinin varlıklarını iki kat arttırmasıyla ortaya çıktı.
12 Eylül başlattı, AKP başardı
Toplumsal zenginliği bir avuç zenginin elinde biriktirmeye yönelik bu politika, bütün ülkelerde rıza ile zorun bir bileşimiyle başarılı olabildi. Türkiye’de 12 Eylül’ün başlattığını asıl başarıya ulaştıran AKP olurken, ABD’de de zaman içinde güvenlikçi bir politika baskın hale geldi.
Neoliberal yöntemi başarıyla uygulayan birçok ülke, milliyetçiliğe ve en geri politikalara sarıldı. Kültürel sınırlar üzerinden halkı karşı karşıya getirme stratejisi, sağ popülizmin yükseldiği, göçmen ve kadın düşmanlığının pik yaptığı 2010’lardan çok daha önce başladı. Devleti bir şirket gibi yönetip, sermayenin önündeki bütün engelleri en hızlı şekilde ortadan kaldırmakla yükümlü yöneticiler, çıkarlarının gerektirdiği yerde demokrasiyi, hukuku ve bazı sosyal uygulamaları öne çıkardı. Çıkarları tam tersi bir yeri işaret ettiğinde ise anti-demokratik, hukuksuz, kutuplaştırıcı bir yönetimi tercih etti. Ancak ikinci gruptakiler, bir yoldan sapma, bir siyaset hatası, iktidarın yozlaştırıcı etkisine kapılma vs. değil neoliberal projenin alet çantasındaki araçlardı. Rusya ve Çin, işe en kullanışlı araçları işler kılarak başladı. Böylece, serbest piyasanın zorunlu olarak demokrasiyi getireceği safsataları da çökmüş oldu.
Büyük davalar
AKP tabanının paylaştığı “dava” söylemi de seçkin bir azınlığın kendi çıkarlarını koruma ve büyütme çabasından başka bir şeyi ifade etmiyor özetle. Bugün “dava” diyerek herkesi vatan haini ilan edenlerle, dün yine “dava” diyerek herkesi darbeci ilan edenlerin amaçları kategorik olarak aynı: Pastadan daha fazla pay almak, neoliberal talandan daha fazla nemalanmak. Herkesin kendi ekmeğinin peşinde koştuğu böyle bir ortamda, birileri el yükselterek daha görünür olmaya, cebini doldurmaya çalışıyor. Neoliberal bir model olarak girişimcilik ve rekabetçilik, insanları daha fazla öne çıkmaya, daha görünür olmaya, daha fazla göze girmeye zorluyor. Bu nedenle, İslamcılığın iddialarını soğurarak, 90’ların İslamcı ütopyalarını tarihe gömen AKP’ye bir “dava” icat etmek için herkes birbirini paralıyor. Ne var ki devlet bir dava ile değil bir şirket gibi yönetiliyor.
Harvey’in dediği gibi liberal özgürlük söylemi, yozlaşıp yalnızca serbest girişimciliğin bir savunusuna dönmek zorunda kalan temelsiz, yöntemsiz ve muğlak bir söylemdir. Bu özgürlük, sermaye sahipleri için tam bir özgürlük; onlara karşı “kendilerini korumak amacıyla ümitsizce demokratik haklarını kullanmaya çalışan” geri kalanlar için ise birkaç yalancı lokmadan başka bir şey değildir.
Kendi özgürlüklerini, ancak geri kalanların susturulmasıyla elde edebilenlerin otoriterleşmeyi seçmeleri de işin doğasındadır. Bu nedenle, AKP’nin yarattığı bu siyasi ortamı, komşularını öldürmek isteyen insanların varlığını liberal ezberlerle anlamaya çalışmak nafile olacaktır. Bunun yerine AKP ile birlikte ultra zenginleşen sermayedarları, bunların birbirleriyle ve iktidarla olan ilişkilerini incelemek faydalı olacaktır. Bu konuda, Çiğdem Toker ve Bahadır Özgür’ün çalışmaları, en liberal zihinlere bile iyi gelecektir.