Haldun Solmaztürk
Yahu, hırsızın hiç mi suçu yok.?
Nasrettin Hoca’nın uykusu ağır, gece ahırdan eşeğini çalmışlar, duymamış. “Vay sen de ne derin uyurmuşsun? Nasıl uyanmadın? Bu nasıl uykudur?” yollu sataşmalara malum tepkiyi vermiş.
İster ‘Reis’ olarak tarif edin, ister parti, ister tarikat, AKP’den uzaklaşan ya da ayrılanlara atarlanmak moda oldu. Bu tutum ve davranış—ve de temelindeki ruh hali—çok sorunlu…
AKP’nin tepesindeki oligarşik—küçük, ayrıcalıklı—kadro ülkenin üzerinden buldozer gibi geçti.
Ekonomi, enflasyon, işsizlik, Türk Lirası’nın değer kaybı, salgının beceriksizce yönetimi, dış politika fiyaskoları, Suriye batağı, sığınmacı yığınları, Ümmetçilik adına oraya buraya savrulan milyarlarca dolar, demokrasi, insan hakları, hak ve özgürlüklerde dibe vurmuş bir ülke…
Şehirlerimiz tümüyle betonlaştı, yaşanmaz hale geldi. Kıyılarımız, yaylalarımız, göllerimiz, ormanlarımız, doğal ve kültürel sit alanlarımız yağmalandı, çalındı, tahrip edildi.
Ne ‘tek kişilik’ yürütme ne de bütçe denetlenemiyor. Tam aksine ‘şahsı’ hem yargıyı hem de yasamayı kontrol ediyor. Medya, sivil toplum, üniversiteler korku içinde, sessizce izliyorlar.
Dayatmacı bir rejim, kuralsız, kurumsuz, yoz bir yönetim şekli aşama aşama gelmiş yerleşmiş…
Bu kötü gidişin parçası olmak istemeyenler uzaklaşmışlar, hatta parti kurarak karşı duruyorlar.
Ali Babacan, “[Yirmi yıl önce] İnsan hakları, özgürlükler, işleyen bir demokrasi, hukukun üstünlüğü için ortaya çıktık, ama başlangıçtaki ilke ve değerlerle uygulama arasındaki makas hızla açıldı. Düzeltmek için çok çaba harcadık ama gördük ki olmuyor, olamıyor.!” diyor.
Her alanda sorunların büyüdüğünü, çözülemediğini, ülkenin karanlık bir tünele girdiğini görünce “Dürüst ve düzgün, doğruyu konuşan, söz verince tutan, güvenilir” insanlarla bir araya gelmişler.
Yani, AK Parti ‘ak’ olmaktan çıkıp AKP olunca onlar da yeni bir ‘beyaz sayfa’ açmak istemişler.
Ahmet Davutoğlu da, kör topal da olsa işleyen demokrasiyi tamamen ortadan kaldırıp yerine Neo-Patrimonyal Sultanlık rejimini getiren 2017 halk oylamasına daha o zaman karşı çıkmış. “İtirazlarının hepsini Sayın Cumhurbaşkanına—o zaman Sayın Başbakana—yazılı olarak da sözlü olarak da” vermiş. Ama eleştirilerini kamuoyuna anlatacak televizyon kanalı bulamamış.
Davayı (!) sattılar ya, ‘Reis’ kızgın, “Ölü doğdular. Onlarla meşgul olmayın. Onları ademe (yokluğa) mahkûm edin. Zaten CHP’ye yakın olmak onlar açısından en büyük ayıptır” diyordu.
Yani, en büyük ayıp ‘CHP’ye yakın olmak-mış’—nasıl oluyorsa.!
Söylemlerinde yakın siyasi tarihimizin en önemli olayı 17-25 Aralık darbe (!) girişiminin özel bir yeri var. (15 Temmuz da önemli, ama Meclis Başkanı İsmail Kahraman Darbe Araştırma Komisyonu’nun raporunu kaybettiği (!) için onun ne olduğunu henüz tam olarak anlayamadık.)
Babacan, 17-25 Aralık süreci için “[Yolsuzluk boyutu] o günün tozu dumanı arasında tartışılmadı, tam bakılamadı. Darbe teşebbüsü o kadar önemliydi ki kimse yolsuzluk boyutuna bakmadı. Günün birinde [a.b.] dönüp o tarafa bakmak gerekir” diyor.
Gerçekten de dönemin başbakanı “Recep Tayyip Erdoğan’a değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı’na yapılmış haince bir saldırıdır. 28 Şubat 15 yıl sonra yargılanmış olabilir, 17 Aralık darbesi o kadar gecikmeyecek. Önce millet sonra yargı hesabını soracaktır” demişti.
Davutoğlu bu konuda daha da açık sözlü: “Eğer dava; memleketin kaynaklarını üç beş müteahhite peşkeş çekmekse, ülkeyi yasaklara boğmak, yolsuzluğa boğmak, yoksulluklara boğmaksa, akrabalarının her birini zenginleştirmekse, doğru, ben o davayı sattım” diyor.
O dönemde bir de ‘sıfırlama’ diyaloğu var… Aslında tümüyle ‘montaj, dublaj’.!
Dönemin başbakanı “Kendi kurguladıkları, dublajını yaptıkları piyesi hayasızca montaj yapıp servis ediyorlar. Bütün iftiralara—vakti zamanı geldiğinde—tek tek cevap veririz” diyor. Hatta “Bir hafta içerisinde aynısını” izletecekler ama olmuyor—vakti zamanı (!) bir türlü gelmiyor.!
Halbuki “Tarihin en büyük dinleme skandalında”, ailelerin, devletin ‘mahremi’ kalmıyor.
Derken geçtiğimiz hafta dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ‘en büyük dinleme skandalındaki’ dinlemelerin ‘tümünün’ doğru olduğu şeklinde anlaşılabilecek beyanlarda bulundu: “Dosyamda ne varsa, tapeler, teknik takip, benim telefon konuşmalarım A’dan Z’ye kadar doğrudur”. Ama dosyada ‘hırsızlık’ değil de ‘görevi kötüye kullanma’ olmasına rağmen, onu da “Rüşvet ve yolsuzluk çuvalının içine koymuşlar”.
Ona içerlemiş ve belli ki hâlâ da hazmedememiş—haklı olarak.!
Aslında bir süre önce İçişleri Bakanı Soylu da benzer şeyleri söylemişti.
Sonra koro tekrar başladı: “Sen de bunun parçası değil miydin? Bu kadar zaman niye bekledin?”.
Yanlış kişilere yanlış şeyler söylüyoruz.
“Gördük, anladık, uyardık, dinletemedik, bunun parçası olmamak için ayrıldık” diyorlar.
Daha neyi, nasıl söylesinler, ne yapsınlar…?
Güneş Motel’deki Ecevit’ten, “Verdiysem ben verdim” diyen Demirel’den, Evren’in bile itiraz etmediği siyasi yasaklarda direnen ‘demokrat’ Özal’dan, idolü Sultan İbrahim olan Menderes’ten esirgenmeyen engin hoşgörüyü, şu anda onu en çok hak edenlerden niçin esirgeyelim?
Bindiğimiz dalı kesiyoruz.
Hırsızın hiç mi suçu yok.?