Ahmet Kasım Han

Ahmet Kasım Han

Ulusal egemenliğin ulusa ait kalmasının güvencesi olarak güçler ayrılığı

Egemenliğin mutlak ve sınırsız haliyle ulusa ait kalmasının iktidarın sınırlandırılması bakımından merkezi önemini bir önceki (16 Mayıs) tarihli yazıda vurgulamıştım. Demokratik bir yönetimin özü bu sınırlamadır. Sınırlamanın pratiğe taşınmış haliyse itiraz ve denetleme hakkıdır. Bunu da bu serideki yazılarda kayda düşmüştük.

Demokraside iktidara seçilmek suretiyle gelenler egemenliği niteleyen özellikleri bu kısıt altında kullanırlar. Bu bakımdan ulusa ait olan egemenliği “hukuki açıdan en üstün iktidar” olarak tanımlamak en doğrusu. Esasen ulus içerisinde bulunulan an ile tanımlanan belli bir zamanda ve belli bir ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olarak yaşayan halkın şahsında somut bir boyuta sahiptir. Bununla birlikte aslında, özü itibariyle, bir tür tarihsel süreklilik varsayımı üzerinde şekillenen manevi bir kavramdır. Dolayısıyla egemenliğe mutlak ve sınırsız haliyle sahip olduğu kabul edilen ulusa ait olan söz konusu egemenliğin bu vasıflarıyla seçim yoluyla iktidara devri mümkün değildir. Zira ulus somut ve sınırlı bir grubun adı değildir. İktidarı belirleyen seçmenin tercihi egemenliğin sahibi olan, geçmiş ve gelecek kuşakları kapsayan ulusun değil, o anda oy vermiş olan vatandaşların tercihidir. Ulus tanımının manevi boyutu nedeniyle bu seçmenlerin, o gün değişik nedenlerle oy vermemiş, belki de seçimleri protesto etmiş, vatandaşları ve geçmiş ve gelecek kuşakları temsilen onlarla paylaştıkları “hukuki açıdan en üstün iktidarı” kimseye ihale edemeyecekleri söylenmelidir. Seçmen davranışlarının değişebilirliği göz önüne alındığında ertesi gün dahi farklılaşabilecek tercihlere dayanarak böyle bir neticeye zaten varılamaz. Bu tercihlerin, hele günümüz dünyasında, ne kadar değişken olduğunun örneğini bulmak için çok uzağa gitmek gerekmiyor. Ülkemizde 31 Mart 2019’da yapılan yerel seçimlerin İstanbul’da üç aydan daha kısa bir süre sonra, 23 Haziran’da, yenilenmesi neticesinde muhalefet adayının oylarını 572 binden fazla artırdığı, iki aday arasındaki farkın ise 13 binden, 800 binin ötesine çıktığı hatırlansa yeterlidir. Bunun ötesinde bir iddia siyasetin beklenmedik bir veçhesi üzerinde paradoksal bir netice de verebilecektir.

Ulus, egemenlik ve milliyetçilik

Dünyanın her yerinde ulus ve bunun yerine kullanılan kavramlar ağırlıklı olarak milliyetçi çizgide yürütülen siyasetçe dillendirilir. Bu söylem bağlamında ulustan kasıt genellikle aşkın, süreklilik arz eden manevi bir tarihsel kategoridir. Not düşmek gerekir ki milliyetçi siyasal çizginin temsil etmek iddiasında olduğu bu aşkınlık aynı zamanda onun açısından varoluşsal niteliktedir. Zira, diğer ideolojik çizgi ve programlara karşı sahip olduğunu sıklıkla ileri sürdüğü ulvi, kapsayıcı, ahlaki meşruiyet ve üstünlüğün kaynağıdır. Dolayısıyla, ulusu, onun egemenliğini ve bir sonraki yazıda değineceğim milli irade meselesini, en demokrat biçimde anlamak aslında milliyetçilik açısından kesin bir zarurettir. Hatta samimiyet meselesidir. Bu nedenle ulusu, bahsi geçen aşkın kategoriyi sınırlayacak biçimde, o anda siyasal tercihlerini vaaz edenlere indirgeyerek tanımı zımnen de olsa sınırlamak milliyetçi siyasi çizgi için izahı zor bir paradoks yaratmaktadır. Öyle ya, zaman ve mekân açısından sınırlı ve somut bir grup olan seçmenin tercihi üzerinden, “hukuken en üstün” mutlak ve sınırsız egemenliğin devredilebileceği sonucuna varıyorsak bu seçmenin yapacağı tüm seçimlere, bunun sonucunda ortaya çıkacak tüm ittifak kurgularına, iktidarlara saygı duymak ve boyun eğmek durumundayız demektir. Bunun sonucu manevi ve soyut bir süreklilik olarak anlaşılması gereken ulus adına konuşulamayacağı, ve “milliyetçi” bir siyasi programın diğer siyasi programlardan, partilerden “üstün” “aşkın” bir ahlaki, siyasal meşruiyetin maliki olduğu iddiasının da pek mümkün bulunmadığıdır!

Bu paradoksun izalesi için, “biz öyle dediğimiz için öyledir” üslubuyla; totolojik, döngüsel, söz oyunlarıyla bezeli, bu surette belki de kolay akılda kalıcı bir söylem üretilmesi mümkünse de bu yöntemin bir süre sonra kerameti kendinden menkul, bu nedenle de ikna edicilikten uzak bir boşluğa savrulması beklenmeli. Bu yöntem ve üslup milliyetçi siyasal çizgi için çekim gücünü artıracak, daha büyük kitleleri ikna edici bir söylem ve program üretmekten çok, inanmışlarının duymaya alıştığı fikriyatın bir biçimde tekrarından ibaret kalacaktır. En azından demokrasilerde bu hal kendini söz konusu noktaya sıkıştıran milliyetçi siyasal çizgiyi iktidar iddiasından uzaklaştırabilecektir. Ahlaki meşruiyet ve aşkınlık iddiasını sürdürebilmek için giderek kendisine devlet gücüyle özdeşlik parantezinde tanımlanmış bir konum dışında var olma şansı bulamadığı bir köşeye sıkıştıracak; iktidar sahiplerine veya devlet gücünü bir biçimde kullanan çevrelere yedeklenme zorunluluğu dayatacaktır. Söylemin tekrarı, kerameti kendinden menkul ve döngüsel de olsa elbette yeniden üretimin bir unsurudur. Ancak sürdürülebilirliği garanti edecek şekilde söylemin yeniden üretimini tek başına güvence altına alamaz. Bu döngü de söz konusu siyasal programı önce yavanlaştırma, ardından sürdürülemez kılma, giderek marjinalleştirme riskini yaratabilir. Bu paradoksun çözümü seçmenin tercihine mutlak saygıyı korurken, onun değişebilirliğinin bilinciyle egemenliğin mutlak ve sınırsız haliyle yalnızca manevi şahsiyetinde sahip olduğu süreklilikle aşkın bir kavram olarak tanımlanan ulusta bulunduğunun ve bu şekliyle anlaşılan “hukuki açıdan en üstün, mutlak ve sınırlanamaz iktidar” olarak egemenliğin devredilemezliğinin kabulüdür.

İktidarın sınırlanmasının aracı olarak seçimler

Ulusa ait bulunan hukuki açıdan en üstün iktidar olarak egemenliğin devredilemezliği meselesini böylelikle açtıktan sonra bu olgunun fiiliyata taşınmasını sağlayan temel ilkeleri ve normları tartışmanın zamanı geldi. Sorumuz şu: Demokratik düzenlerde kamunun itiraz ve denetleme hakkı nasıl garanti altına alınacak?
Demokrasilerde iktidar gücünü sınırlamak için değişik yöntemler kullanılmaktadır. Bu bağlamda seçimler de egemenliğin devrine yönelik bir ritüel değil, siyasal iktidarı paylaşmak, kontrol etmek ve denetlemek için kullanılan bir yöntemdir. Aslında seçim bir demokrasinin siyasi elite iktidarı elinde bulundurmanın zamansal bakımdan sınırlı bir durum olduğunu hatırlatan en önemli unsurudur. Seçimleri bu biçimde anlamakta eksik kalmamak siyasetçinin ödevidir. Dahası, seçimlere saygı göstermiyorsanız demokrasiyi özümsemiş olduğunuz söylenemez ancak demokrasiyi özümsemediğiniz halde seçim yapılmasını savunabilir hatta sağlayabilirsiniz. Özellikle de seçimleri fiili, idari ve hukuki yöntemlerle manipüle edebilmeye yönelik özgüven arttıkça bu sahte demokratlık da artacaktır.

XVII. Yüzyıla ışınlanmak

Ancak gerçekten demokrasiye ilişkin samimi bir inanç ve kaygı sahibiyseniz bunun anlaşılacağı esas nokta iktidar gücünü sınırlayacak denge ve denetleme mekanizmalarına ilişkin hassasiyetinizdir. Demokratik bir sistemde iktidara gelenlerin ulus adına kullandıkları egemenliğin niçin sınırlı olduğunu tartıştık. Ancak, bu sınırlılığın kuramsal ve felsefi olarak ifadesi yeterli değildir. Gücün yozlaşmasının önlenmesi düzenleyici kurallar, bu kuralları yaşama taşıyacak kurumlar, bu kurumların işlerini doğru yaptığını denetleyecek başka kurumlar ve tüm bunların birbiriyle etkileşimini kamu adına denetleyecek mekanizmalarla olur. Tüm bunların amacı siyaset kurumunu, ama özellikle iktidarı denetlenebilir kılmaktır. Zira ulusal egemenliğin temsil ettiği iktidarın mutlak ve sınırsız haliyle sadece ulusun manevi şahsiyetine ait olarak kalmasının, kötü niyetli siyaset bezirganlarının elinde ulusu rehin almakta kullanılan bir silaha dönüşmesinin önlenmesinin yolu siyasal iktidarı illa denetlenebilir ve katiyetle hesap verir tutmaktır. Bunun yolu yasama, yürütme ve yargı erklerini güçler ayrılığı ilkesi çerçevesinde birbirinden ayırmaktır. Bunun ötesinde bu ayrımın ve onun sonucunda ortaya çıkan her erke ait sınırların gözetildiğinden kamu adına emin olmak gerekir.
Ancak güçler ayrılığının hâkim olduğu bir siyasal sistemde yargı, yasama ve yürütmeden bağımsız biçimde işlev görebilir. Yine ancak güçler ayrılığının korunduğu bir sistemde devlet aygıtı ile siyasal iktidar, iktidar partisi ve onun yöneticileri arasında ayırım yapmak, bunlardan kamu adına hesap sormak, mümkün olur. Aksi takdirde demokrasi adına çıkılmış yolda XXI. yüzyıldan, başkaca bir teknolojik mucizeye ihtiyaç duymaksızın Fransız Kralı XIV. Louis’in “Devlet Benim” dediği rivayet olunan XVII. yüzyıla “ışınlanmış” oluruz. Bu insanlık için büyük bir adım olacaktır. Ancak elbette geriye doğru atılmış büyük ve bu büyüklükle alabildiğine pespaye bir adım…
Devam edeceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ahmet Kasım Han Arşivi