Oya Özarslan
Türkiye Yoksullaşırken..
OECD ve G20 üyesi olan Türkiye 80 milyonun üzerindeki nüfusu ve genç ve girişimci insanı bakımından bir çok bakımdan potansiyeli yüksek bir ülke. Bu potansiyelin ne kadar gerçekleştirildiği bir yana, uzunca bir süredir siyasi krizlerle boğuşan, mali darboğazın başgösterdiği ülkemizde ekonominin gerçek durumu, kaynaklar nasıl dağıtıldığı ve halkın hali bambaşka bir tablo.
Öncelikle biraz veri;
Türkiye’nin 2013’te $12.582 olan gayrısafi milli hasıla rakamı 2019 yılında $9.127’e düştü, 2020 yılı sonunda ise bu rakamın $8000 altına inmesi bekleniyor.
2020 ilk çeyreğinde merkezi bütçesi 29,6 milyar TL açık veren Türkiye, 2020 ilk yarı rakamlarına göre 110 milyar TL bütçe açığı vermiştir. 2020 Nisan TÜİK rakamlarına göre ise %12,8 işsizlik oranıyla 3,8 milyon kişi işsiz bulunmakta. Öte yandan TÜİK iş bulmaktan umudunu kesmiş insanları işgücüne dahil saymadığı için bu rakama çok uzun süre iş arayıp iş bulamayan umutsuz 6 milyonluk insanı da eklediğimizde işsiz sayısı 10 milyona yaklaşmakta ve gerçek işsizlik oranı da %28,7 gibi korkunç bir boyuta ulaşmaktadır.
Öte yandan resmi verilere göre bile %9,9 küçülme yaşanırken, sadece Covid-19 dolayısıyla Türkiye’de 2020 Mart’tan sonra 1,4 milyon kişilik bir “yeni yoksullar” katmanı oluşmuştur.
Ülke düzeyindeki veriler açık bir yoksullaşmaya işaret ederken, Türkiye’nin içinde bulunduğu OECD ülkeleri ile karşılaştırdığımızda diğer göstergelerimiz de oldukça diplerde.
Öncelikle, Türkiye gelir dağılımı eşitsizliğinin en yüksek olduğu birkaç OECD ülkesinden biri. Ayrıca ülkemiz çocuk yoksulluğunun en yüksek olduğu OECD ülkesi olarak geçiyor ve ülkedeki çocukların %25'i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Belki de tam bilmediğimiz ama duyunca dehşete kapılacak kadar yüksek bir oran. Her ne kadar sosyal devlet olduğumuz iddia edilse de halkın ödediği bunca vergiye rağmen Türkiye, OECD ülkeleri arasında sosyal harcamalara da en az kaynak ayıran ülkelerden biri. Sosyal harcamaların yıllık milli gelirin sadece %12.5’ini oluşturduğu Türkiye, diğer sosyal devletlere göre sınıfta kalıyor. Devletin kaynaklarını öncelikle temel kamu hizmetiyle herkese dağıtmaya çalışan, fırsat eşitliği, hakça gelir dağılımı ve asgari yaşam standartlarını sağlayan sosyal devlet tanımına Türkiye’nin uyduğunu söylemek pek mümkün değil.
Peki, zaten kıt kaynaklarımızın pandemi dolayısıyla iyice azaldığı, Türkiye’nin gitgide yoksullaştığı bir dönemde kaynaklarımız nasıl dağıtılıyor?
Sağlık, devletin ne kadar sosyal devlet olduğunu test etmek için bakabileceğimiz iyi bir alan. Pandemi döneminde sağlık ihtiyacının arttığı, sağlık çalışanlarının fedakarca çalıştığı ama halâ ek bir ödeme dahi alamadığı günlerden geçiyoruz. Ve unutmayalım, Türkiye bir yandan da kişi başına en az doktor ve hemşirenin düştüğü OECD ülkesi ve biz salgınla mücadelenin tüm yükünü sağlık emekçilerine bıraktık.
Öte yandan bütçede büyük delikler oluşturacağı tahmin edilen şehir hastaneleri ise sağlık konusunda devlet kaynaklarının nasıl dağıtıldığı konusunda tam bir kötü örnek.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü Şehir Hastaneleri raporuna göre 2020’nin ilk 3 ayında şehir hastanesi müteahhitlerine ödenen kira ve hizmet bedeli 1,465 milyar TL iken yılın ilk 7 ayında ödenen rakam 4,786 milyar TL olmuştur. Ve enflasyon arındırılmış hesaba göre bile bu miktar bir sene önce ödenen rakamlara göre en az 2 kat artmış durumda.
Devletin neden kendi kaynaklarıyla yapabileceği hastaneleri müteahhitlere yaptırıp üstüne bir de 25 sene kira ve hizmet bedeli ödediği sorusu bir muamma olarak duruyor. Ancak şehir hastanesi müteahhitlerin büyük bir çoğunluğunun iktidara yakın olduğu dikkate alınırsa kaynakların nereye dağıtıldığının resmi ortada.
Bildiğimiz üzere kaynakların hakça dağıtılmasının önündeki en büyük engeller genellikle kötü yönetim, beceriksiz yöneticiler ve yolsuzlukla yakından ilgilidir. Türkiye’nin milli gelirinin hızla düştüğü 2013-2020 yılları arasında Yolsuzluk Algı Endeksinde dünyada en çok puan kaybeden üç ülkeden biri olduğunu da hatırlamak gerek.