Haluk Levent
Sefasını siz sürdünüz, cefasını biz çekiyoruz
Sayın Cumhurbaşkanı yaptığı açıklamada “Sefasını beraber sürdük, cefasını da beraber çekeceğiz” demiş. 2002’den bu yana izlenen AKP politikalarını iki alt dönemde ele almak mümkün. İlk on yıllık dönem istikrar ve görece yüksek büyüme ile geçti. Bu istikrar önceki hükümet döneminde Kemal Derviş tarafından hazırlanan istikrar paketinin harfiyen uygulanması ile başladı ve 2004’te AB aday üyeliği ile taçlandı. Bu kapsamlı paketin en önemli özelliği Merkez Bankası başta olmak üzere tüm önemli kurumların bağımsızlaştırılması, hukuki zeminin güçlendirilmesi ve uluslararası nitelikte bir ihale yasasının uygulamaya sokulması oldu. Böylece siyasilerin iktisadi rasyonalite dışında, kişisel ve grup çıkarları doğrultusunda ekonomik karar sürecine müdahale etmesi engellenmişti.
Paketin uygulandığı sırada uluslararası finansal koşulların çok uygun olması ve AB çıpası nedeniyle bazı iktisatçılara göre gereğinden fazla ve kontrolsüz bir sermaye akımı gerçekleşti. Uluslararası finansal piyasalarda düşük faizlerle Türkiye’ye borç vermek için çaba harcayan çok sayıda banka vardı. Bu borçlar alındı. Sonra ilk on yıllık dönemdeki ikinci adım geldi ve ihale yasası AB’nin uyarılarına rağmen döne döne değiştirildi. Yanılmıyorsam toplamda 174 değişiklik yapıldı.
Bu arada, Türkiye’de yoksul kavramı ilk kez 1998 yılında yapılan kalkınma planında devletin kullanımına girdi. Öncesinde yoksul olmadığı olanların da zımnen köylerde yaşadığı kabul edildiğinden yoksullukla mücadele son derece hatalı bir şekilde tarımsal teşvikler üzerinden yürütülüyordu. Dünya Bankası’nın 500 milyon dolar hibe ve çok düşük faizli kredisi ile plan uyarınca yoksullukla ilgili mücadele kapasitesi yaratıldı. O zaman DİE bünyesinde bir istatistiksel takip ve Başbakanlık bünyesinde de bir mücadele kapasitesi ve kurumlar yaratıldı. Plan uyarınca 2002 sonunda bütün hazırlıklar bitirildi ve 2003’te uygulamaya geçildi. Türkiye’de ilk kez gelir piramidinde en altta yer alanlara yönelik doğrudan gelir transferi başlatıldı. Büyük ölçüde bunun ve bir miktar da 2005 sonrası oluşmaya başlayan yeni orta sınıf ve aşırı değerli TL, hızla düşen enflasyon ve faizlerin etkisi ile gelir dağılımında bir düzelme görüldü.
Yavaş yavaş yeni rejim güçlendikçe bir restorasyon dönemi ve devamında otoriterlik başladı. İkinci on yıl bu restorasyon süreci ile tanımlanabilir. Sayın Davutoğlu tarafından imar rantları başta olmak üzere tüm kamu kaynaklı rantların vergilendirilmesini içeren bir yasa teklifi masaya konduğunda Sayın Cumhurbaşkanı tarafından yapılan kısa ve özlü değerlendirme bu dönemin mottosu sayılabilir:
“Bu yasayı geçirirsek bırak il yönetimine girmeyi, ilçe başkanı olacak adam bile bulamayız”.
Bu özlü değerlendirme tüm AKP dönemini en iyi tarif eden cümle olarak kabul edilebilir. Hayallerdeki otoriter yönetim Türkiye’nin doğal kaynak zengini bir ülke olmaması nedeniyle akamete uğrayabilirdi. Doğal kaynak eksikliği bugüne kadar birikmiş kamusal varlıkların ve kaynakların sermaye ile birlikte özelleştirme adı altında yağmalanması yoluyla giderildi.
Bu iktidarın bugünlerde iyice açığa çıkan özelliklerinden biri de diğer popülist liderlerde de görüldüğü gibi olağanüstü hızda ve yoğunlukta yalan söylemesi ve kavramların içini boşaltması.
Hatırlanacağı gibi New York’ta bir yalan duvarı yapıp Trump’ın yalanlarını post-it ile yapıştırmışlardı. İnanılması güç ama görev dönemi boyunca iki binden fazla yalan söylediği görülmüştü. Kavramların içinin boşaltılması ise daha tehlikeli çünkü artık iletişim imkânı kalmıyor. Özelleştirme denildiğinde hepimizin aklında bir içerik oluşuyor. Fakat AKP’liler özelleştirmeden soygun ve yağmalamayı anlıyorlar.
Örneğin elektrik “özelleştirmesi”… Hiçbir sermaye gücü olmayan firmalara çeşitli elektrik dağıtım ve üretim firmaları ve imtiyazları verildi. İkinci aşamada sermaye ve kredibilite yeterlilikleri olmayan şirketlere Hazine kefaleti ile üstelik abartılmış fizibilite değerleri üzerinden döviz kredileri alındı. Bilanço gerçekleşmeleri ortaya çıktığında gerçek değer ile fizibiliteye esas değer arasındaki büyük fark anlaşıldı. Şirketlerin bu kredileri geri ödeme ihtimalleri yoktu ve en az 30-35 milyar dolar finansal sistem üzerinde bir yük olarak kaldı. Döviz kurunun iradi olarak ve bilinçli bir şekilde yükseltilmesi ile bu yük yüzdürülemez hale geldi.
Tam bu noktada; Sayın Bahçeli, bu şirketlerin yani teknik olarak iflas durumundaki aşırı borçlu şirketlerin kamulaştırılması gerektiğini ortaya attı.
Kestirmeden Sayın Bahçeli’ye bir yanıt verelim.
Bu yağmayı yapanlar, imzayı atanlar, siyaseten soygun ortamını yaratanlar bu faturayı ödemeliler. Bu soygundan paylarına düşen milyarlarca doları dünyanın neresine park ettilerse oraları bulup tahsilatı yapmalıyız. Borçların kamulaştırılmasını kabul etmiyoruz.
Kısaca, AKP’nin yirmi yılı çöken ve henüz çökmeyen havaalanları, yollar, hastaneler, stadyumlar gibi nümerer varlıklar icat ederek, diğer bir deyişle topluma tamamen gereksiz projeleri dayatarak gelecek kuşakların borçlandırılması ve bu paralara el konulması ile geçti.
Sefayı sürenleri buralarda görüyoruz.
Gerisi, yani on milyonlar ise donmamak, aç kalmamak için mücadele eden insanlar yani sefaleti çekenler.
Sefa ile cefa arasında çok derin bir uçurum var.
Bu uçurumun iki yakasını boş sözlerle teyellemek ise mümkün değil.