İ. Bülent Çelik
KORONA PARANOYA 4 ACABA KORONA MIYIM?
‘Korona’dan önce her ne kadar Hussain Bolt değilsek de inceden bir spor hayatımız vardı!
Gün aşırı sahile inip, cep telefonundaki programın tuttuğu hesaba göre, şöyle aslanlar gibi üç-beş bin adımlık bir jimnastik serüvenimiz oluyordu..
Şimdi eve tıkılınca o sahilde püfür püfür yürüme işi bitti.
O bittiği gibi, sitenin karşısındaki minik parkta iki tur atma işi de bitti..
Çünkü kahrolası asansör tedhişi hala sürüyor!
Merdivenden indin, parka çıktın, yürüdün, sonra geri döndün, asansöre bineceksin!..
Binsen, hep birileri var!
Binmesen, dokuz kat bu!
Düz zeminde yürümeye benzemez!.
• • •
Ayrıca evde iki tane korona gestaposu var.
Bende şeker var, tansiyon var.. Eh yaştan biraz kurtarsak da oda sınırda sayılır.
Evlerden ırak, tam koronanın “ye” dediğinden!
Haliyle hane dışındaki spor hayatımızı bitirdik.
Sosyal medyada da sağ olsunlar, bazı gayretkeş yardım severler var.
Bunlardan birisi aklıma girdi. “Evde spor yap, mutlu ve sağlıklı ol!”
Açtım tableti. Takıldım bu na biraz..
Felsefemiz şu ki, muhtelif eşyaları spor salonlarındaki aletler yerine kullanıyoruz.
Sadece yatıp kalkmıyoruz! Sandalyeyi devirip arasından karşıya sürünüyoruz..
Koltuğu ayak parmaklarımızla kaldırmaya çalışıyoruz.. Sırtımızda yemek masasını taşıyoruz..
Çiftli koltuktan baş aşağı yere yuvarlanıp, ütüyü kırk kere ka Banyoya kadar zor yürüdüm. Duşumu aldım ve uyudum.. Akşam yemek için uyandırdılar. Yemeğe de kalkmadım. O gece de deliksiz uyumuşum.
Bir de İbram abiyle rakı içtiğimizde böyle olurdum.. O derece yani..
Ertesi sabah oldu. Ekip kahvaltıya çağırıyor..
Kalkacağım ama ne mümkün! Bütün kaslarım, bütün kemiklerim ağrıyor..
Zar zor kalkıp, oflaya puflaya mutfağa yürüdüm.. Kahvaltı masasında, gelişimi izleyen iki çift endişeli, kuşkun göze:
“Her yerim ağrıyor!” dedim! Demez olaydım!
• • •
Buradan sonrasını ne ben anlatayım.. Ne de siz okuyun!.
Korona hastalığının semptomlarından biri de kas ve eklem ağrılarıymış!
Aradaki “ay-vay!”, “gitti de gitti!”li, panikli ve arabesk bölümleri atlıyorum.
Neden sonra mahalle baskısıyla salondaki koltuğa upuzun yatırıldım!..
‘Ağzım-burnum’ diyene kadar, üçümüzün de, içleri çift peçeteli maskeleri takılmış, eldivenleri giyilmişti. Battal boy çöp torbasından korunma elbiseleri hazırlığına geçilmişti..
Tamam kas ağrılarım vardı ama ateşim yoktu. Koku duygum da yerindeydi. Kahvaltı masasından gelen biber kızartmasının kokusunu buram buram alıyordum. Nefesim, Allaha şükür ‘Cinci Hüseyin Hoca’dan daha kuvvetli gibiydi.
“Hastaneye mi gidelim, 155’e mi haber verelim, 112’yi mi çağıralım?” soruları arasındaki gel-git’ler esnasında bizimkileri; bunun koronadan değil aşırı spordan olduğu konusunda ikna ettim.
Bir kaç gün benden uzak durun. bunu size kanıtlayacağım diye teminat verdim.
Gerçekten de bir kaç gün sonra ağrı sızı kalmadı..
Ama o manyağın kanalını da bir daha hiç açmadım.
Hatta, bu korona işi geçene kadar evde spor yapma olayını da sıfıra çektim.
• • •
ÇAĞLA
Pazardan çağla aldım. Mevsimin ilk badem çağlası!..
“Valla bu sabah topladım!” dedi köylü!.. Yemin etti!..
Kim bilir nasıl çıtır çıtır!..
Zaten bu mevsimde yirmi günlük bir egemenliği var!
Eve geldim.. pazar torbaları balkona.. Çağla da balkona..
Çağlayı, ağaçtan toplandığı gün, içindeki çekirdeği acımadan, jel kıvamında iken çekirdeğiyle birlikte yiyeceksin. Mayhoş mayhoş..
Beynin döner, çağlanın çekirdeğinden damarlara bastığın triptofan amino asiti, pineal bezden çil çil serotonine oradan da melatonine dönerek kana pompalanır. Adeta kanatsız uçarsın..
İçeri geçtim. Balkon kapısının kenarındaki koltuğa oturdum. Balkon penceresinden ben çağlaya bakıyorum, çağla bana!..
• • •
Parmağımla torbayı işaret ettim!.. “Alsam!” dedim karıma.. “Güzelce yıkasam! Acaba?..”
Paranoid kaşlarını çattı!.. “Aklından bile geçirme!” diye sert çıktı..
“Kimin hangi elleriyle topladığını ne biliyorsun? Sabunla yıkayamayacağına göre riskli.. Yarını bekleyeceksin!”
Koltukta, sırt yastığı boyuna kadar büzüştüm kaldım!..
“Aha bu da Çağla.. Dön bunu seyret!..”
Televizyona döndüm..
Çağla Şikel var!.. Yanında doktor konuğu..
Mubarek adam!.. Anlatıyor da anlatıyor!..
Ona dokunmayın, buna ellemeyin!.. Şunu yemeyin!..
Bik bik bik!…
ŞAŞIRANLARA DA
BEN ŞAŞIRIYORUM
Son sözü baştan söyleyeyim.
Atatürk Havaalanı tabi ki imar rantı için boşaltıldı..
11,5 küsür milyon metrekare şehrin göbeğinde bir alan.
Emlakçılar iyi bilir. Bağdat Caddesi gibi değerli.
Her bir metrekaresinden dolar fışkıracak.. Gökdelen olunca artık alanın kaçla çarpılacağını varın siz hesap edin.
Kanal istanbul gibi en hafif tabiriyle “hayal satmak becerisi” de istemiyor.
Varlık fonu sağ olsun. Devret oraya.. Elini öpene ver!
Dediler ki: Uçak bu kardeşim!.. Pistini yaptın mı her yere iner kalkar.
Üstelik civarda oturan vatandaş da hem gürültüsünden, hem de tepemize uçak düşecek diye korkusundan şikayetçi.. Taşıyalım gitsin!.
Adının ‘Atatürk’ olması ile bir ilgi ve alakası yok! Hatta olmasa iş daha da kolay olurdu. İnanın oranın adı mubarek Mescid-i Nebevi olsa akibeti değişmezdi.
• • •
De; bir havaalanını tamamen öldürebilmek için, onun en can alıcı parçası olan pistlerini yok etmelisiniz. Yoksa her an hortlayabilir!
Vaktiyle beheri üç yüz milyon dolara mal olmuş, bugün yapmaya kalkarsanız maliyetinin bir milyar doları bulacağı hesap edilen pistlerin varlığı her an planı bozabilir..
Pistler, durduğu yerde para etmiyor. İmara açılacak ise kırılıp atılması gereken beton curuftan öte bir değeri de yok.
Ama orada durduğu sürece tehlikeli.
Çünkü, İstanbul havaalanına taşınırken tecrübe ettik ki, alet edevatı taşıyıp alanı yeniden aktif hale getirmek bilemedin bir hafta. Ama ya pistleri, taksi yollarını inşaa etmek?
O halde tahammüden pistleri öldürmek gerekiyor. Vaktiyle kaç para etmiş olursa olsun. Punduna getirip, tepki toplamadan pistleri halletmeli..
• • •
Ve işte korona hastanesi talepleri bu fırsatı yaratıyor..
Herkesin şaşırdığı ve anlamadığı ya da şaşırmış ve anlamamış gibi yaptığı şey bu!
Neden pistleri öldürdünüz?
Arkadaşım, kiminle dans ettiğinizi neden unutuyorsunuz?
Karşınızda bir beton mixeri ve asfalt cumhuriyeti var..
Müteahhit imparatorluğu ve agreganın birinci tekil egemenliği var..
Paralı otobanlar monokrasisi, yap işlet devret hükümdarlığı var!
Bunlarda dördüncü nesil sanal zekayı, çimentonun sinaptik sıvı ile karışımı oluşturuyor.
Daha durun!
Buraya dikecekleri gökdelenleri satarken de ‘havaalanına yakın’ diye satmazlar ise ben bir şey bilmiyorum!..
SAL GİTSİN DE!
Bu düzenleme ile 60 bin hırsızlık, 45 bin uyuşturucu, 27 bin gasp suçlusunun salıverilme tezkereleri imzalanmış oldu.
Buna değecek olanı var değmeyecek olanı var.
Hayırlı olsun!
Teorik olarak, bunların hırsızlıklarını, kaçakçılıklarını, gasplarını, tecavüzlerini haber yaparak yakalanmalarını sağlayan gazeteciler, bırakın serbest bırakılmayı, hapishanenin daha ücra köşelerine doğru itildiler. Sanki iki yıl önce: “Devlet kendisine karşı işlenen suçları affedebilir, ama şahıslara karşı yapılan suçları affetme yetkisine sahip değildir!” lafını ben söylemişim gibi, tam da bu cümledeki ifadenin tersi uygulanarak!
Hadi bunları geçtik..
Benim altını çizmek istediğim yer başka!
Hukuk devletinde ceza süresi rehabilitasyon süresi ile örtüşür.
Yani modern hukuk der ki; ben bu şahsı ancak -misal- on yıl içeride tutup, bu süre zarfında eğitip düzeltip, kendisine ve çevresine zarar vermeyen bir vatandaş yapar, topluma yeniden karışır hale getirebilirim.
• • •
Şimdi, birilerine zarar verdiği savı ile cezalandırıp içeri attığınız bu insanları, üstelik zarar verdiği kişilerin rızasını almadan, ceza sürelerinin başında ya da ortasında, rehabilitasyon sürelerini tamamlamadan, yani onları içeride eğitemeden, donatamadan saldığınıza göre üstelik onlara herhangi bir iş taahhüdünüz veya herhangi bir maaş vaadiniz de olmadığına göre, hepsi değilse de önemli bir bölümü çıktıktan sonra yeniden “işbaşı” yapacaklar.
Taş yiyecek değiller ya!
• • •
Şu halde, “Evde Kal Türkiye!” slogana şöyle bir eküri yaratmanın tam zamanı!
“Kapını da iki kere Kilitle Türkiye!”