Burak Soyer
“Kendilerini sürekli haklı gören zenginlere büyük antipatim var”
Volkan Üce’nin 58. Antalya Film Festivali’nde En İyi Belgesel Film Ödülü’nü ve 41. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Belgesel kategorisinde Mansiyon ödülüne layık görülen Her Şey Dahil belgeseli, ‘her şey dahil’ bir otelde işe başlayan İsmail ve Hakan’ın üzerinden bir yanda “parayı verdim, düdüğü Allah’ına kadar öttürürüm” diye önüne gelen ‘her şey’e saldıranlarla, güneşin kabağında döner kesmekten imanı gevremiş insanların neler yaşadığını anlatıyor. Filmden bize kalan ise sistemin en görünür halinin fotoğrafı oluyor.
Her Şey Dahil’den başka otel çalışanlarıyla ilgili bir film yok sanırım. Filmi çekme fikri kafanızda oluştuğunda bu unsurun da bir önceliği var mıydı?
Michel Houellebecq’in Platform kitabında ana karakter Tayland’a giderek “her şey dahil” bir otel açıyor. Bu otel vasıtasıyla insan doğasını gözlemleyerek otelin sunduğu hizmetlerdeki “her şey”in neleri kapsayabileceğini uç örneklere kadar götürerek keşfediyor. Benim açımdan bu kitap ve belgeseldeki en büyük ortaklık, her şey dahil bir otel konsepti içinde insan doğasını araştırıyor olmaları. İkisinde de bu bağlamda modern dünyadaki insanın doğasına yönelik kötümser bir eğilim var, ikisinde de işler iyi yerlere gitmiyor. En büyük fark ise bu benzer konunun kitapta bir otel sahibinin gözünden anlatılırken belgeselde oteldeki işçilerin gözünden anlatılması. Turizm ile ilgili çekilmiş bir sürü içerik olsa da çalışanların bakış açısından anlatılmış bir örnek yok. Filmin yapım sürecinde çeşitli film festivallerinin forumlarına ve pitching bölümlerine katılarak sektörden insanlarla film hakkında konuştukça filmdeki bakış açısı meselesinin ne kadar önemli olduğunu ve daha başka benzer bir örneği olmadığını fark ettim. En başta da otelde çalışmaya başlayanları konu alacağımı biliyordum ama anlatımın tamamen çalışanların gözünden kurulması gerektiği bu görüşmeler sırasında netleşti.
Filmin ana karakterleri İsmail ve Hakan ile nasıl bağlantı kurdunuz? Onlar nasıl yaklaştı sizin film fikrinize? Çünkü henüz çok toy iki erkek ilk defa ‘hayata’ yani ‘sistemin’ içine giriyorlar. Diğer taraftan da belki ilk defa ‘çıplak kadın’ görecekler. Bu açıdan baktığımızda iki genç insanın en kaotik zamanı. Haliyle -filmde çok fazla göremesek de- onların mahremine de konuk oluyoruz…
İsmail ile Hakan ile otele iş görüşmesine geldikleri sırada tanıştık. İkisiyle de hemen iyi anlaştık ve ana karakterler olmalarından emin oldum. İlk çekimler süresinde tabii ki çok rahat değillerdi. Hiç bilmedikleri yepyeni bir dünyaya gelmişlerdi ve üstüne üstlük ben, görüntü yönetmeni ve sesçi olarak üç kişi otelde peşlerine takıldık. Başlarda tedirgin oldular ama bu benim için sorun olmadı, filmin görsel stilinde de kullandığım bir durum oldu. En başlarda her türlü tedirgin olacaklardı. Çekimler sırasında hem bana, ekibe hem de otel ortamına alışmaları benim için de iyi oldu, bu konuda hiçbir sorun yaşamadık.
Mekân seçiminde de çok zorlanmışsınız. Oteller neden izin vermediler?
Otel bulmaya çalışırken çok ümitsizliğe kapıldığım zamanlar oldu. Görüştüğüm onlarca otelden birinin pazarlama müdürü kendinden emin bir şekilde en iyi otelin bile her yerde çekim yapmaya izin vermeyeceğini, her işletmenin gizlemek istediği şeyler olduğunu, bu sebeple böyle bir filmin mümkün olamayacağını söylemişti. Ayrıca Türkiye belgesel konusunda çok gelişmiş bir ülke olmadığı için birçok otel tam olarak ne çekmek istediğimi algılayamadı. Sürekli “Burada hayvan yok, isterseniz promosyon filmi çekebilirsiniz.” gibi önerilerle karşılaştım.
‘Hizmet sektörü’ beş yıldızlı otellerden en ucuz tavuk dönercisine kadar çok geniş bir kavram ama bana göre ‘global sistem’ dediğimiz şeyin en sosyal ve görünür hali. Bir yanda parasını ödediği için yemeğinden hamamına, animasyonundan sabah oryantal dansına kadar önüne gelen her şeyi silip süpürmeye odaklanmış birileri var. Ondan iki metre arkada 50 derece sıcaklıkta çalışan henüz 18 yaşında bir çocuk var. Sizin filminiz ikinci örneği ele alıyor ama aradaki sekanslarda ilk örneği de net bir şekilde görüyoruz. Burada bir ‘haklılık payı’ çıkarma niyetiniz var mıydı?
Filmde temel olarak aynı çatı altında yaşanan bambaşka dünyaları göstermek istedim. Geçim sıkıntısı yaşayan, gerçek sorunları olan insanların karşısında en büyük dertleri şezlong, pankek vs. olan ve sırf paraları olduğu için kendilerini otel çalışanlarından üstün gören zenginleri kayda aldım. Bu tabii ki otel ya da Türkiye özelinde bir durum değil, dünyanın her yerinde aynı sistem geçerli. Fakat Türkiye’de son dönemde gittikçe derinleşen ve keskinleşen bir yoksullaşma gerçeği var. İnsanlar emekli maaşlarıyla yiyecek almaya para bulamıyorlar, ek işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar fakat bu kişilerin ana akım medyada hiçbir görünürlüğü yok. Futbol kulüplerinin transfer haberleri, zenginlerin aldıkları helikopterler, parası olanların banal yaşamları medyayı sürekli işgal ediyor. Belki de aynı sokakta yaşanan sefalete kimse kafasını çevirip bakmıyor. Daha önce de bir röportajda değindiğim meritokrasinin dine dönüşmesi çok büyük bir problem. Hâkim sistem çabalayan herkesin istediklerini elde edebileceği, hak edenlerin çok para kazanacağı fikrini durmaksızın pompalıyor. İnsanlara “Eğer paran varsa bunu hak ettiğin için var, eğer yoksa bu senin suçun ve çabalarsan senin de paran olur.” anlayışı dikte ediliyor. Her şey dahil otellerde tatil yapanlar o tatili sonuna kadar hak ettiklerini düşünüp kendilerini o tatili hak etmeyen çalışanlardan daha değerli görüyorlar. Bu insanlar için şartların eşitsizliği bilinçli bir şekilde sistematik olarak görünmez kılınıyor. O otellerde çalışanlar değil iki-üç mesai yirmi dört saat çalışsalar yine o otellerde tatil yapamazlar ve zaten insanların gözünde o tatili yapmayı hak edemezler de. Ben filmde bu haksızlığı vurgulamak istedim. Fellini’nin bir filminde geçen “Dedem de babam da duvar örüyordu, şu an ben de duvar örüyorum. Ama hala hiç evimiz olmadı” gibi bir replik vardı, bu durumun hala geçerli olduğunu düşünüyorum. Hakan’ın sigara almaya parası olmamasından bahsederken önemsiz şeyler için kavga çıkartan, kendilerini sürekli haklı gören zenginlere büyük antipatim var. Sadece paraya sahip oldukları için dünya onların hizmetindeymiş gibi davranmaları ve bunun Türkiye’de kolayca işletiliyor olmasından hoşlanmıyorum.
Film için yapılan “İnce bir mizahla anlatıyor” görüşüne katılmadığımı belirtmek ve biraz ‘üstten bakan’ bir tanımlama olduğunu söylemek isterim. İçeriden gelen biri olarak söyleyebilirim ki ‘Her Şey Dahil’de anlattıklarınızın hepsini yaşadım ve çalıştığım otelden ayrılırken sadece ‘saçmalık’ ve tuhaflık’ aklımda kalmıştı. “Herkesin mizahı kendine” elbette ama sizin filmdeki “ince mizah”tan kastınız nedir?
Ben Ulrich Seidl filmlerini çok seviyorum. Danimarkalı bir gazeteci yazdığı uzun ve güzel eleştiri yazısında, “Seidl ve Tati beraber bir belgesel yapmaya karar vermiş ve ortaya Her Şey Dahil çıkmış gibi” demişti ve bu beni çok mutlu etmişti. Ben de Seidl’ın yolundan giderek seksen dakika boyunca turistlerin saçma davranışlarını gösteren bir belgesel çekebilirdim ama bu benim için biraz kolaya kaçmak olurdu. Yemek sırasında birbirinin önüne geçenler, küvetinin viskiyle doldurulmasını isteyenler, abartı derecede ziyan edilen yemekler vs. trajikomik bir sürü malzeme vardı. Ama sonuçta ben Seidl değilim ve taklit bir iş yapmaktansa kendi tarzımı bulmak istedim. Hakan ve İsmail gibi sevdiğim, değer verdiğim, otele her girdiğimde koşa koşa yanlarına gittiğim kişileri çekmek daha önemliydi benim için. Filmin komedi tonunu ayarlarken çok özenli davrandım. Mizah içeren sahneleri sırf alay etmekten ziyade kendi içlerinde anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde göstermek istedim. Kurgu sırasında ana karakterlerin ruh halini ve içlerinde bulundukları farklı dünyaları olabilecek en doğru şekilde yansıtırken tonu iyi ayarlamaya çok dikkat ettim. Filmin içinde olmayan ama çekimler sırasında kendimi ve yaptığım işi sorgulamamda etkili olan mizahi durumlar da oldu. Mesela otel çalışanlarından birine insan belgeseli çektiğimizi söylememden sonra bizi otelde her gördüğünde yanındakilere gösterip bizimle “Bak bunlar insan belgeseli çekiyorlarmış, her şey bitti bir bu kaldı” gibi bir yerden bizimle sürekli alay etti. Yaptığımız işi saçma buluyordu, ben de bunu yadırgamadım hatta hoşuma da gitti. Yaptığımız işi tabii ki ciddiye alıyorum, çok büyük emek verdik ama bu gibi durumlar bir yandan ayakların yere basmasını da sağlıyor. Film çeken olarak kendi pozisyonumu sorgulamaya itiyor. Sonuçta bu film kansere bir çare de değil, konu aldığı ekonomik eşitsizliklere de bir çözüm sunmuyor. Festivalleri gezerken de ödüller alırken de bunları aklımda tutuyorum. Bunun dışında filmdeki mizah bence ince ama sert. Ben de gülüyorum ama ağır da geliyor bazı şeyler. Mesela çekmediğimiz bir olay yaşanmıştı; otelde düzenli spor yapan, gençlerin giydikleri kıyafetleri giyen, etrafta kasılarak yürüyen altmışlı yaşlarında bir turist vardı ve aynı otelde onunla yaşıt, geçinemediği için elli derece sıcakta döner kesmek zorunda olan bir emekçi vardı. Sporcu turist gelip dönerci ile sohbet ederken “Sen çökmüşsün, bir ayağın çukurda artık, sen de spor yapsana neden yapmıyorsun” gibi şeyler diyordu sanki çalışan adam keyfinden orada döner kesiyormuş da kendine zencefilli su hazırlamıyormuş gibi. Parası olan adam ezdi geçti işçiyi bu şekilde. Bunun mizahi bir tarafı var ama bir yandan da çok ağır buluyorum ben.
İsmail ve Hakan ile hala görüşüyormuşsunuz. Amaçlarına ulaşmışlar mı? Özellikle Hakan’ın tekrar ‘erdem’ sahibi olup olmadığını merak ediyorum…
Evet, hala görüşüyoruz tabii ki. İsmail İstanbul Bayrampaşa’da berberlik yapıyor ve artık otelde çalışmayı düşünmüyor. Hakan filmdeki ikinci yaz kasım ayına kadar otelde çalıştıktan sonra kayıt yaptırmakta geciktiği için üniversiteye alınmadı. Hakkari’de bir sene askerlik yaptıktan sonra ailesinin yanına köyüne döndü. Kendini toparladığını, daha iyi hissettiğini söylüyor. Otelde çalışırken bıraktığı kitap okuma alışkanlığını tekrar kazandığını, erdemini tekrar yakalamaya çalıştığını söyledi. Geçtiğimiz haftalarda ikisi de filmin İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimine katıldılar ve filmi ilk kez büyük ekranda izlediler. Hakan’ın katılmakla ilgili başta tereddütleri olsa da ikisi de aldıkları yorumlardan, gelen sorulardan çok memnun oldular. Hakan şimdi tekrar otelde çalışmak ya da kısa film çekmek üzerine düşünüyor. Kendi hayatı olduğu için çok karışmak istemiyorum ama şahsen kısa film çekmesi için motive etmeye çalışıyorum onu.
Her Şey Dahil’in evrensel bir dili olduğunu düşünüyorum. Katılır mısınız bu görüşüme?
Evet, katılıyorum. Batı’da yaşayan bir Türk olarak yabancı bir ekiple Türkiye’de çektiğim filmin kolonyal bir bakışa düşmemesi için çok özen gösterdim. Özellikle benim durumumda olan yönetmenlerin yurt dışında çok beğenilip Türkiye’de oryantalist ve kolonyal bulunan filmler çekmesi çok rastlanan bir durum. Film, İstanbul Film Festivali’nin ardından Sinematekte gösterildi ve şimdi de Mubi’de gösterime girdi. Gelen “Belgesel Türkiye’yi doğru bir şekilde anlatmış” tadında yorumlar beni çok mutlu ediyor. En başından beri Türklerin de içinde bir şeyler bulabileceği, görebileceği, hissedebileceği bir belgesel çekmek istedim. Bunun dışında evrensel olarak herkesin empati duyabileceği ana karakterler yine pitching görüşmeleri esnasında netleşti. Mesela bu görüşmeler sırasında Kanada devlet televizyonunun sorumlusu gelip Kanadalıların da Meksika’da her şey dahil otellere gittiğini ve onların da böyle bir konuyla bağ kurduklarını, çalışanlar merak ettiklerini, konuyu çok ilgi çekici bulduklarından bahsetti. Ayrıca karakterleri Jung’un persona teorisinden yola çıkarak düşündüm. Hepimizin çeşitli personaları var ve iş yerindeki personalarımız ana personamıza dönüşüyorsa, insanlar sana artık bu gözle bakıyorsa bu bir problem. İşçiler için durum bu şekilde ve sadece Türkiye ya da turizm sektörü için geçerli de değil. Bu insanlara her yerde üstten bakılır, haklarında varsayımlarda bulunulur. İşçiler cahildir, hayatlarında kitap okumamışlardır denir ve bu evrenseldir. Sanırım bu sebeple de birçok farklı ülkeden insan rahatça empati kurabildi. Ayrıca, aklımda kişisel olarak ortaokulda tanıdığım ve herkesin salak muamelesi gösterdiği ve sonunda intihar eden iki duyma engelli kardeş vardı. Belki de onlar okulun en zeki çocuklarıydı ama önyargılardan dolayı yaşama devam etmemeyi seçtiler. Filmi çekerken hep onlar yaşasaydı ve filmi izleselerdi otel çalışanlarının durumlarıyla kendi durumlarını özdeşleştirirler miydi diye düşündüm. Ya da başka bir örnek olarak uluslararası gösterimlerden birinde sinemanın kafeteryasında çalışan otizmli genç bir kadın filmi izledikten sonra soru cevap bölümünde kendi iş alanında maruz kaldıklarından ve Hakan’ı ne kadar benimsediğinden bahsetti. Avrupa’nın göbeğinde arthouse bir sinemada çalışan ve Türkiye ile hiçbir ilgisi olmayan birinin Hakan ile bağ kurabilmesi benim için çok değerli. Sanat sonuçta evrensel bir olay. Bazen Belçika’da Türk olduğumdan dolayı mı böyle bir film çektiğimle ilgili sorular alıyorum ama sığ buluyorum bu tarz yaklaşımları. Otuz farklı ülkede önemli festivallere katıldım film ile ve bir sürü yönetmenle, seyircilerle sohbet ettik, hiçbir zaman bana Türk veya Belçikalı gibi yakıştırmalar yapılmadı. Film Türkiye’de geçse de uluslararası bir geçerliliği olduğunu düşünüyorum. Sonuçta bir ülkeyi veya bir şehri, bir köyü anlatma derdinde değilim, bu mekanlar daha çok dekor işlevi görüyor. Sonraki filmlerimi de Belçika’da ve Türkiye’de çekeceğim, gidip Afrika’da ilkel insanları ya da gidip şu ülkedeki durumu çekeyim gibi bir derdim yok. Ben her nerede olursa olsun evrensel ve insan doğasını odağına alan filmler çekmeyi planlıyorum.