Haldun Solmaztürk
Kahramanlar, Hainler ve Tarihçiler
“En kötü tarihçi bile, incelediği dönemi, içinde yaşayanların en iyi anlayabileceğinden daha doğru anlar.” R. L. Stevenson
‘Corona günleri’ yıllardır ertelenen bazı şeylere zaman ayırma fırsatı veriyor. Kitapları gözden geçirmek, tozlarını almak, rafları düzenlemek, film izlemek de bunlar arasında..
İskoç yazar Robert Stevenson’un Define Adası’nı bilmeyen, çocukluğunda okumayan yoktur. Stevenson 1894 yılında, henüz 44 yaşındayken Samoalar’da ölmüş. Ancak 1962’de bağımsız olabilen bu küçük ada devletinin tarihinde bir ‘kahraman’ olarak saygın bir yeri var.
Tarih, onu yaşarken, hiç bir zaman tarih gibi görünmez. Onu ‘tarih’ yapan tarihçilerdir.
Öte yandan, yaşanan tarih bir anlamda ‘kahramanlar’ ve ‘hainler’ hikayesidir. Ve genellikle ‘bizim’ kahramanımız ‘onların’ hainidir. Aynı kişide, iki ayrı ‘kimlik’, aynı anda.. Stevenson’un bir diğer romanı Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’da olduğu gibi.
Tarihçinin kritik görevi burada başlıyor.
Corona günlerinde izlediğim üç film bu konu üzerine düşünmeme sebep oldu. Biri XVI. yüzyıl İngilteresinde geçiyor, diğeri II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanyasında, üçüncüsü 1970’ler Amerikasında..
Filozof ve devlet adamı Thomas More, İngiltere Kralı VIII. Henry’nin başbakanıydı. Henry, ölen ağabeyinin karısı Catherine’le evlenebilmek için, ağabeyinin evliliğinin fiilen ‘gerçekleşmemiş’ olduğunu ileri sürdü. Catherine’in beyanıyla Kilise (Papa) bunu kabul etti ve evliliğe izin verdi.
Ancak yıllar sonra, bir başka kadınla—Anne Boleyn—evlenmek istediğinde, bu sefer de Catherine’in ağabeyiyle evliliğinin aslında ‘gerçekleşmiş’ olduğunu, yani kendisiyle evliliğinin Katolik inancına göre zaten geçersiz olduğunu iddia ettti. Kilise bu ‘itirafa’ itibar etmeyip izin vermeyince, ‘İngiltere Kilisesini’ kurdu, kendini de kilisenin başı ilan etti—ve Boleyn’le evlendi.
More, ‘ahlaki’ bulmadığı için bunu onaylamadı, sadakat yemini etmeyi reddetti, ama itiraz da etmedi, sessiz kaldı. Yine de ‘vatana ihanetten’ yargılandı ve idama mahkum edildi. Magna Carta ve ‘qui tacet consentire videtur’ evrensel kuralına rağmen.! Kafasını kesmeden önce özür dileyen celladı için bir kahramandı.! Ama ‘hain’ olmadığını karısı ve kızlarına bile anlatamadı.
Nazi Almanyasındaki hikaye bir kurgu.. Yahudi toplama—ve imha—kamplarından birinin komutanı olan SS (Schutzstaffel) subayının babası da Nazi ideolojisini benimsemiş, ama annesi reddetmiş, oğlunu görmek bile istemiyor. Eşi, görevini (!) öğrenince dehşete kapılıyor ve ayrılmaya karar veriyor. Kızı babasını anlıyor (!), ama oğlu kamptaki bir Yahudi çocukla arkadaş oluyor. SS subayı, babası, kızı ve ‘Parti’ için kahraman; annesi, karısı ve oğlu için bir canavar, ‘hain’.! Filmin trajik bir sonucu var. Çelişkinin bedelini hepsi çok ağır ödüyor.
Amerika’da Durham’da geçen, bir zenci kadın (Ann Atwater) aktivistle, Ku Klux Klan lideri (C. P. Ellis) bir ırkçının gerçek hikayesi.. Ellis, “Benim KKK lideri olarak zencilerden nefret etmem ve onları beyazlardan aşağı görmem gerekiyor. Ama ben onlardan nefret etmiyorum, eşit görüyorum” diyor, üyelik kartını yırtıyor ve zencilerin eşitlik mücadelesine katılıyor. Birden, hem ‘hain’ hem ‘kahraman’ oluyor—farklı gruplar için.. Elbette bu ‘değişimin’ bir bedeli oluyor.
Fransız düşünür Simone Weil, “Bir insan her zaman, kazanan taraftan kaçan adaletin yanına geçmeye hazır olmalıdır” der.
Her üç örnekte de bedel ödeyenler, ‘hukuksuzluğa’ karşı çıkan, kazanan (!) tarafa direnenler.
Bedel ödetenler, yanlışlarını yanlışla—daha büyük bir doğruya hizmet etmekle—savunanlar.
Öyle olsa bile, bu onları ‘kahraman’ yapmaz..
‘Hain’ veya ‘kahraman’ hükmünü verecek olan tarihçidir. Tarih HİÇ yanılmaz.!
Çünkü, en kötü tarihçi bile, incelediği dönemi, içinde yaşayanların en iyi anlayabileceğinden daha doğru anlar.
‘İçeride’ olduğumuz bu günler, tarihle ve tarihçiyle tanışma fırsatı..
Belki böylece kendi kendimizi hapsettiğimiz psiko-sosyal hapishanelerden, ideolojik prangalardan kurtulabilir, ‘dışarı’ çıkabiliriz.
‘Özgürleşmek’ için hiçbir zaman geç değildir.!