Ahmet Çakır
Günümüz spor medyası: Bu bir çöküş!
Efendim, mevzu çok daha derin ama işi oralara kadar uzatmak anlamsız. Gerekli olduğunda parça parça değinir, dertleşiriz. Derinlik şurada: Kimilerince 1831’e kadar götürülen (Bazılarınca ilk Türk gazetesi sayılan Takvim-i Vekayi’nin kuruluşu) fakat böyle bir başlangıç için 1860’ta Şinasi’nin Tercüman-ı Ahval’ı daha uygun bulunan, yaklaşık 160 yıllık basın tarihindeki çöküş dönemi bize (yani yaşadığımız şu zaman dilimine) denk geldi. Bu büyük bir talihsizlik ve bundan doğan sıkıntı en derin biçimde yaşanıyor.
Sorun ve sıkıntılar sadece spor alanında değil ancak mazeretler birbirine yakın. Siyasi ve ekonomik baskılar sonucunda düpedüz basının çöktüğü bir dönem yaşıyoruz. Orası tamam, itiraz edilecek bir yanı yok bunun. Böyle bir ortamda spor medyasının parlak işler yapmasını beklemek yersiz. Gelgelelim, buradan yola çıkarak, ele geçirilmiş olan mazeret ve tembellik olanağı barbarca kullanılıyor; yapılabilecek en basit işlere bile kulak verilmiyor. İşte ona itirazımız var.
Hemen akla gelen mazeretlerden biri de dijitalleşme. Efendim, bu nedenle gazetelerin okunmadığı, televizyonların izlenmediği gibi bir mazeret herkese inandırıcı geliyor. Evet, böyle bir durum yok değil ama dijitalleşmenin tillahının yaşandığı Japonya’da hala 14 milyon satan gazete var, ona ne diyeceksiniz!
Japonya’nın nüfusu da öyle Hindistan ya da Çin büyüklüğünde filan değil, 130 milyon ile taş çatlasa bizim 1,5 katımız. Bizde herhangi bir gazetenin 200 bin sattığı bile kuşkuyla karşılanırken onlarda bu 14 milyonun yanında 12 milyon satan biri daha ve ayrıca 5 milyona yakın satan 3 gazete daha var.
Sadece Japonya’da değil her bakımdan kendimize yakın sayabileceğimiz ülkelerde de milyon satan gazeteler eksik değil. Güney Kore’de 2 milyon dolayında satan 3 gazete var. Ülkenin nüfusu da bizden çok düşük, sadece 52 milyon.
Dijitalleşme olayının bir boyutu da gazetecinin yaptığı özel ya da atlatma bir haberin birkaç dakika içinde onun elinden çıkıp anonim denilebilecek bir hale dönüşmesi. Bununla ilgili bir önlem alabilmek pek kolay görünmüyor ama bunun bir tembellik gerekçesi haline getirilmesine karşı çıkabiliriz.
Olayın çok önemli bir başka yönü, artık televizyonların bile eski medya durumuna düşme tehlikesidir. Spor yayıncılığı konusunda ağırlık bambaşka bir yere kayıyor. Mehmet Demirkol gibi spor alanında tv yıldızı sayılabilecek birinin bile bu yeni mecrayı yeğlemesi önemli. Bu alan hızla genişliyor.
Gördüğünüz gibi, dijitalleşme konusu bir değil birkaç yazıyı gerektirecek kadar geniş boyutlu. Burada bize gerekli olduğu kadarıyla yani bir-iki küçük değiniyle yetinelim.
···
Geçmişte 400 bin tirajı aşmış olan spor gazetelerimiz ve en çok seyredilenler listesinin başına geçebilen tv programlarımız vardı. Şimdi, ‘O günler gerçek miydi?’ diye düşünebileceğimiz bir yerdeyiz. Nüfusun çok daha az olduğu dönemlerde ulaşılan bu sayılar şimdi önümüzdeki 10, 20, 50 yıl için hedef gösterilebilecek gibi. Televizyonlarda bırakın ortalığı yıkan spor programlarını, belli bir seyredilirlik düzeyinde olan bile yok.
Her spor kanalında tamamen aynı formatta bir yığın program var. Benim gibi bir yandan çalışırken öte yandan televizyonda bunlardan biri açık olduğunda, 24 saat hep aynı programı izlediğiniz gibisinden bir düşünceye kapılabilirsiniz. Üstelik, bunların ne kadar program olarak görülebileceği de tartışılır. Moderatör eşliğinde iki yorumculu programlarda sürekli aynı şeyler konuşuluyor. Trabzonspor şu kadar puan fark attı. Ne dersiniz, bu sezon şampiyon olabilir mi?
İşin bu yanı çok çekici olmadığından hemen 3 büyüklere zıplanıyor ve ’n’olucak bunların hali’ muhabbeti başlıyor. Efendim, teknik direktör değişimi gerek, birkaç futbolcu daha alınmalı falan filan. Bu ülkede futbol yorumculuğunun temel dayanağı, her durumda takımlara yeni futbolcular alınması gerekliliği. 4 sezonda 60’ın üzerinde oyuncu almış bulunan Fenerbahçe’nin ve ondan geri kalmayan Galatasaray’ın bu hallerinin bir cinnet olduğunu söylemek yerine ‘daha da çok batın!’ önerisinde bulunuluyor.
Tabii bir de 3 büyükler üçlü savunma ile mi oynamalı yoksa dörtlü mü? Sergen Yalçın niye maç kazanamıyor? Fatih Terim nasıl bu kadar geride kaldı? İmparator, aynı takımla Avrupa’da nasıl başarılı oluyor? Pereira ilk yarıyı çıkarabilir mi? gibisinden çok önemli ülke sorunları sürekli olarak karşımıza getiriliyor. Bunun dehşet verici bir tıkanıklık olduğuna da pek kulak asan yok. (Rıdvan Dilmen bu berbat kabızlığı fark eder gibi oldu, Kasımpaşa-Beşiktaş maçının ardından yapılan % 100 Futbol’da amatörlerdeki hakem sorununa yer verdi.)
Yaşanan medya faciasının bu boyutundaki temel sorun, tembellik. Bu durum, gencecik meslektaşlarımızı bile tutsak etmiş gibi görünüyor. Hiçbirinin herhangi bir alanda özel çabasına tanıklık etmiyoruz. Haber takibi, araştırma-inceleme gibisinden muhabirlik işleri sıfırlanmış gibi… Bunu onlar da fark ediyor ve dehşet verici sapmalara yol açıyor. Örneğin, bir kardeşimiz, izlediği yani muhabiri olduğu takımın, 2010’daki ‘tarihin en iyi Barcelonasından bile bir tık yukarda’ olduğu yolundaki deli saçmasını yayında söyleyebiliyor. Daha eğlencelisi, bunun bir haber gibi görülmesini bekliyor!)
Muhabir kardeşlerimiz bir yerlerden haber veriyormuş gibi yaparken, 3-5 dakikalık konuşmalarının tamamına yakını boş laflardan oluşuyor. Yurt dışından yapılan yayınlarda bile durum pek değişmiyor. (Deneyimli bir spor muhabiri, Portekiz’den yayın yapan arkadaşlarımızın gün boyu anlattıklarını, kendisinin Kadıköy’deki evinden de rahatlıkla aktarabileceğini söylemekten kendini alamamıştı.)
Muhabir tembelliği yüzünden yaşanan birtakım utandırıcı durumlar Fenerbahçe ve Beşiktaş genel kurullarında ortaya çıktı. Aziz Yıldırım-Ali Koç mücadelesinde durumun başa baş olduğu, Aziz Yıldırım’ın 20 yıl boyunca yaptığı üye sayısının çokluğu gibi nedenlerle seçimi kazanacağı hemen tüm muhabir arkadaşlarca tekrarlandı. Ali Koç’un rakibini 4’e katlayan tarihi bir fark yapmasıyla bütün muhabirler çalıştıkları kanalları gülünç duruma düşürmüş oldular. Oysa gerekli çaba gösterilmiş olsa, çok daha yakın bir tahmin yapılabilir, dolayısıyla bu kadar açığa düşülmezdi.
Beşiktaş’ın 3 adaylı seçiminde ise sandıklar açıldıktan sonra bile muhabir yetersizliğinden ve tembelliğinden kaynaklanan gülünç durumlar yaşandı. Söz konusu arkadaşlardan biri, 3 sandık açıldıktan sonraki değerlendirmesinde, seçimin sonuna kadar başa baş gideceğini, çok az bir farkla Serdal Adalı tarafından kazanılacağını tahmin etti. Ahmet Nur Çebi’nin 1000 oydan daha fazla fark yapması karşısında ise geçerli bir neden ortaya koyamadı. Zaten bu kimsenin umurunda da değildi.
Bunun gibi örnekler, hiç yorulmadan birkaç gün içinde kitap olarak çıkarılabilecek kadar çok ama bunun bir yararı yok…