Haluk Levent
Devlet ve Patronlar
Olan elbette yurttaşlıktan müşteriliğe yatay geçiş yapan bireylere olur. Hastayken müşteri olmak toplumsal sözleşme ile güvence altına alınmış tedavi hakkının artık ancak parası ödendiğinde erişilebilen bir “özel hizmet” haline dönüşmesi anlamına gelir. Dikey toplumsal hareketliliğin en önemli aracı, kaliteli eğitimin sadece parası olanların çocuklarına özgü bir “özel hizmet” haline dönüşmesi “normal” yollardan daha iyi bir yaşama erişme imkanının kapanması anlamına gelir. Devlet olmanın alamet-i farikasından sayılan güvenlik hizmetinin “özel güvenlik” kurumlarına devredilmesi, “savaş faaliyetlerine dair hizmetlerin” özel ordulara bırakılması toplumda tehdit altında olma duygusunun yerleşmesine neden olur.
Aslında başlık Ayşe Buğra’nın harika kitabını anımsatıyor. Türkiye’de devlet ile iş adamları arasında kurulan özel ve sonuçları itibariyle lanetli bağın tarihsel akışı içerisinde ayrıntılı olarak ele alındığı önemli bir eserdir. Fakat Birikim Dergisinin Ekim 1998’de yayınlanan 114. Sayısının dosya konusu “sermaye-devlet-siyaset” oldukça ilginç yazılar içeriyor. Tam 25 yıl önce yapılmış değerlendirmelerin bugün de anlam taşıması bir yanıyla AKP’nin nasıl bir iktidar sürekliliğinin parçası olarak kurulduğuna ve sürdüğüne de ışık tutabilecek nitelikte.
Belki bu dönemin tek istisnası olarak Türkiye’nin AB aday üyeliği heyecanı yaşadığı bölüm ayrıca ele alınabilir. AB’ye eklemlenme yoluyla oluşacak uzun dönemli ve istikrarlı bir egemenlik arayışının ürünü olarak doğduğunu tahmin ediyorum. Bu dönem, Cengiz Aktar’ın Açık Radyo’da “AB’ye Doğru” ismiyle başlayan programının on küsur yıl sonra “Nereye Doğru?” adını alarak devam etmesinde simgeleştirilebilecek bir belirsizlik ve çatışma ortamı ile de sonuçlandı. “Pax Romana” yerine Doğu Saraylarının kaygan ortamına sürüklendik ama aslında bugün içinde bulunduğumuz asli sorunun niteliği tüm süreç boyunca aynı kaldı: Anti-siyaset ortamı.
Temel kamu hizmetleri özelleştiğinde
İş adamlarının siyasete girmeleri esasında neoliberal saldırının ikinci döneminin tipik özelliklerinden biri. Temel kamusal hizmetlerin özelleştirildiği bu dönem hizmetin teknik olarak “sahibi” devlet ile hizmeti vermeye yani devletin küçük bir bölümünü ikame etmeye talip olan sermayedarların bir tür bütünleşmesinden bahsetmeye başlayabiliriz. Bu özel durumun açtığı yol bütün dünyada iş adamı bakanların bir norm haline dönüşmesini de sağladı.
Burada olan elbette yurttaşlıktan müşteriliğe yatay geçiş yapan bireylere olur. Hastayken müşteri olmak toplumsal sözleşme ile güvence altına alınmış tedavi hakkının artık ancak parası ödendiğinde erişilebilen bir “özel hizmet” haline dönüşmesi anlamına gelir. Dikey toplumsal hareketliliğin en önemli aracı, kaliteli eğitimin sadece parası olanların çocuklarına özgü bir “özel hizmet” haline dönüşmesi “normal” yollardan daha iyi bir yaşama erişme imkanının kapanması anlamına gelir. Devlet olmanın alamet-i farikasından sayılan güvenlik hizmetinin “özel güvenlik” kurumlarına devredilmesi, “savaş faaliyetlerine dair hizmetlerin” özel ordulara bırakılması toplumda tehdit altında olma duygusunun yerleşmesine neden olur.
Elbette özelleştirilen temel kamu hizmetlerini bunlarla da sınırlı tutamayız. Enerji üretimi ve dağıtımı, yollar, havaalanı işletmeciliği, veri iletişimi başta olmak üzere iletişim altyapı hizmetleri, gıda denetimi, bilumum sertifikasyon faaliyetleri, din iman işleri benim bir çırpıda aklıma gelenler. Doksanlı yıllar temel kamu hizmetlerinin henüz yeni yeni hızlanmaya başladığı yıllardı. Türkiye de biraz geriden geliyordu, iktidar makinesi henüz yeterince evrimleşmemişti diyebiliriz. Ama dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de patronlar artık devlet ile dirsek temasında kalarak ideolojik etkinliğini tesis ve tahkim etme yolunu tercih ediyorlardı. Elbette bürokratlar ve bürokratik işleyiş üzerinden doğrudan sayılabilecek bağlar vardı ama yasal çerçeve, toplumsal normlar ve bürokrat kimliği bu ilişkinin bir bütünleşmeye dönüşmesini engelliyordu. Rüşvet ile iş yapmanın ve yaptırmanın halen maliyetli bireysel sonuçları olabiliyordu. Benim memurum işini bilir sözü ile en tepeden ifade edilen meşruiyet toplumun tüm hücrelerine daha sızmamıştı.
Henüz başlangıç evresindeki bir dönüşüme dair Tanıl Bora tarafından yapılan tespitlerin bugün de geçerliliklerini koruduklarını ve yeni araçların katıldığını söyleyebiliriz: “İdeolojilerin ‘itibarî’ hale geldiği, örgütlerin ‘esnek uzmanlaşma’ modelince bir taraftan sökülüp öbür tarafa takılabilir soft-ware’e dönüştüğü, politikanın asıl olarak medyayla medyatize edildiği bir ortam, sermaye sınıfından yeni “lider” adayları için müsait ve ‘keyifli’ bir yatırım sahasıdır.” Yani patronların aday olmaya başladığı siyaset bozunmaya başlamıştı. Sermaye bilindiği üzere girdiği ve bulaştığı her şeyi dönüştürdüğü ve bozduğu gibi bu çürüme sürecini de hızlandırdı.
Farklı bir meta olarak özelleşmiş temel kamu hizmetleri
Kamu İktisadi Teşekküllerinin özelleştirilmesi sonuç itibariyle devlet ile sermaye arasında anlık bir ilişki sayılabilir. Özelleştirme sonrasında önceden tanımlı ve işleyen bir piyasada faaliyet gösteren bir işletme modernize edildikten ve/veya ek işlevler kazandıktan sonra kendi doğal ortamında özel işletme olarak yaşamına devam eder. Oysa temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi devleti taşeron çalıştıran bir kuruma dönüştürür. Çünkü bu zoraki piyasalarda işlem gören mallar öz itibariyle kamu malı niteliğini taşımaktadırlar. Yani temel kamu hizmetleri özelleştirildiğinde devlet KİT işlerinde olduğu arkasını dönüp gitmez, patron ile kurulan bağ sürekliliğini korur. “Yap – işlet – devret” zırvası bu bağın önemli yüzlerinden biridir.
Kullandıkça tükenmeme, yani bireysel mülkiyete konu olamama ve piyasa fiyatının olmaması kamu malının en önemli özellikleri arasındadır. Temel kamu hizmetlerinde bu iki özelliğin yok edilmesi, kontrollü ve sübvanse edilen fiyatlar aracılığıyla gerçekleşir. Fiyatın bir bölümü kullanıcı tarafından ödenirken (bunu da bir tür kullanan öder cinsi vergi gibi düşünmek mümkün ancak, ödemenin muhatabı özel işletmedir), bir bölümü kamu bütçesinden karşılanır. Bu tanımsız, denetlenemez ve gri alan devlet ile patron arasında özel bağ ve tabiiyet ilişkisinin kurulabilmesinin anahtarıdır. Ancak bu ilişkide baskın taraf devleti elinde tutan bürokratik-siyasi güçtür. Artık kapitalist devlet yüzyıllar içerisinde sosyal mücadelelerle oluşmuş kendi temel fonksiyonlarından sıyrıldıkça yarattığı “sahte piyasalar” üzerinden özel bir meta ilişkisi yaratma kabiliyetine erişir. Örneğin trafik cezalarının tahsilat işi yolların parsellenip parça parça ihaleye çıkartılması ile “özelleştirilebilir”.
Bu meta ilişkisi özeldir, çünkü her şeyden önce müşterinin kullanmama tercihinde bulunması mümkün değildir. Öyle ya tedavi olmayacağım, internetle işim olmaz, okula gitmiyorum, hem de karanlıkta otururum, yollardan da nefret ederim vb. diyemeyiz. Yani talep tarafından bakıldığında esneklik sıfıra yakındır, müşteri garantisi tamdır. İkincisi, sübvansiyon varsa kamu bütçesi devreye girer yani iş ödenen/ödenmeyen vergilere kadar gelir, diğer anlamıyla da satış geliri kamu tarafından gerçekleştirilen bir tahsisat tercihi, miktarı ve ödeme emri zamanlaması problemine dönüşür. Bu problemde çözümün anahtarı devletin elindedir.
Dolayısıyla, burada sıradan bir meta ilişkisinden değil varlığı üzerinden kamu kaynaklarının özel şirketlere transferini gerçekleştiren ve bunu gerçekleştirirken de bir kontrol imkanı yaratan özel bir metadan bahsediyoruz. Haliyle muhalefet partisi üyelerinin de bu piyasa girmesi siyasi iktidarın kontrol gücünün muhalefet saflarına kadar genişlemesine imkan verir, hem de kamu kaynakları üzerinden. Bir yandan da bu meta ilişkisi üzerinden kurulan bağlar türev faaliyetler ve istihdam kanalından genişledikçe yine siyasi iktidara kendi iktidar alanının doğal profillerinin dışında yer alan pek çok farklı toplumsal profili içerme şansı da verir. Muhtemelen bu geniş profil alanı örneğin “yoksulluk yardımı alan” kitlelerden çok daha büyük, daha etkili ve en önemlisi çok daha istekli taraftarlardan oluşur. Bu güçlü mekanizma kendini sürekli doğrulayan ve güçlendiren bir iktidar alanı yaratır.
Bu Tanıl’ın tahlil ettiğinin ötesinde, derinleşmiş toplumun geniş kesimlerine farklı şekillerde nüfuz eden bir anti-siyaset alanının oluştuğunu göstermektedir.