Mithat Baydur
DECADENCE VE MEDİOKRASİ
1912-1913 yıllarından başlayarak entelektüel dinamiklerini toplayan, alt yapısını hazırlayan ve 3 tarz-ı siyaset içinden (Osmanlıcılık-İslâmcılık-Türkçülük) milli duruşu seçen düşünce akımı, 1923 sonrası da bir “millet inşası” sürecine girdi.
Walter Bagehot’un dediği gibi: “Milletin ne olduğuna dair fikri olmasa da yüzlerini bile görmedikleri diğer insanların bir kümeye dahil olduklarının farkındalığında bile şüphe vardı bu insanlara dair.”
Karl Deutsch’un dediği gibi: “Bu insanlara yeni bir milletin ferdi oldukları söyleniyordu ama bir iletim ağı onları birleştiremiyordu.”
Benedict Anderson’un dediği gibi: “Hayali cemaatler olarak duruyorlardı…”
Yukarıdaki başlığın ilk sözcüğünü bilerek kullandım. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi iken sevgili arkadaşım, (Rıdvan Akın; Şimdi Galatasaray Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapıyor.) Rıdvan Akın, her sabah odamıza geldiğinde, “Dekadans var! Dekadans” diye haykırırdı. Yani çürüme… Yani yozlaşma… Yani çöküş!
Cumhuriyet felsefesi ve onun ideolojik perspektifi, tarihi hızlandırmak istiyordu. Aktif-Volantirist diyebileceğimiz bir müdahale ile Batı’nın 400 yılda yaşadığı süreci 20-25 seneye sığdırmak istiyordu. Ümmet yerine millet, teba yerine yurttaş oluşturabilmek gibi.
Bu perspektif ve siyasi mühendislik, dönemim pozitivist paradigmasından da esinlenerek, bütün iyi niyetleri dürtülerine rağmen, vatandaş kitlesinin sadece %7 civarındakilerinin okuma-yazma bildiği bir sosyolojik zemine geldi. Bir köylü toplumuna geldi!
Üstelik de köle-efendi, senyör-serf ilişkilerini arka planda yaşamamış, bir kerim devlet (Kemal Tahir’in deyişiyle…) veya bir patrimonyal devlet dokusu üzerine geldi.
Ve belki de Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi: “Köylünün hayal gücü yalnızca tarlasının sınırları kadardı…”
Millet olamayan toplumsal kümeler, devletine de yabancılaştı.
Oysa Cumhuriyet, akıl diyordu, bilim diyordu…
Cumhuriyet, akıl yürütmenin önündeki engelleri kaldırmaktı…
Cumhuriyet, FEN’di…
Cumhuriyet, yepyeni FABRİKALARDI…
Cumhuriyet, ETİK ve ESTETİKTİ…
Cumhuriyet, KADINDI…
Ama bunları içselleştirecek bir kolektif ve kümülatif zihin kodları ne yazık ki yoktu.
1950 ile birlikte merkeziyetçi yapı çöktü.
1948 yılında kurulan Karayolları Genel Müdürlüğü ile birlikte demiryolu siyaseti yerini karayollarına bıraktı.
Traktör ve tarımda modernleşme hamleleri, “Geçimlik ekonomi”den pazar için üretime yerini bıraktı. Ve kırsal alan işgücü fazlalığı ile ÇÖZÜLDÜ.
1950 ve 1960 yılları Haydarpaşa Tren Garı ile resmedilir. Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları filmi (1964) en iyi örneklerden biridir. Maraşlı aile, İstanbul’u fethetmeye gelmiştir. FAKAT PROBLEMATİK YAN İŞTE TAM DA BU NOKTADADIR. Zira geldikleri yöre, bir ince, REFİNE, KUCAKLAYICI BİR İSLÂM GELENEĞİ MERKEZİ DEĞİLDİR.
Vardıkları yöre de (İstanbul ve bazı büyük şehirler) kendine özgü bir burjuva sınıfı (Kentsoylu sınıfı) olmayan, Kentsoylu sınıfı olmadığı için de teslim olunacak (Biat edilecek ve uyulacak anlamında) bir kent kültürü, kent değerler manzumesi oluşturamamış beldelerdi.
Ve madem ki, Gurbet Kuşları filminde olduğu gibi, kent bazen insanları ezer veya yutabilirdi, o halde ayakta kalmak için her yol geçerliydi.
Madem ki devlet bir plan dahilinde tedrici bir kente göç politikası uygulayamıyor, o zaman sen de başının çaresine kendin bakacaktın.
Otobüs bileti de satabilirdin, kadın da… Sıcak havalarda su da satabilirdin, soğuk havalarda uyuşturucu da! Nemli havalarda külah da satabilirdin, bazen el altından silah da!…
1970 sonrası büyük şehirler ve özellikle İstanbul, Durkheim’cı düzlemde, tam bir ANOMİ halindedir. Yani kuralsızlık ve KAOS.
Bir anlamda bu, birey ve toplum arasında bir çatışma halidir. Bu çatışma, birey değerleri ile toplumsal değerler silsilesi örtüşecek bir alan bulamadığı sürece, toplumsal normlar geçerliliğini yitirecektir.
Ve İslâmi terbiyeden bahseden, İslâm’ın neredeyse her alanda referans alınması gerektiğini vurgulayan (Ekonomide “NAS” dahil) cemaat ve tarikat yapılanmalarına göz yumulan bir Türkiye’de, aldatan ve aldatılan kadın ve aile programları milyonları ekranlara kilitliyor.
Damadıyla kaçan kaynana mı istersiniz, 15 yaşındaki gence kaçan 4 çocuk annesi mi istersiniz; 6 çocuk sahibi 57 yaşındaki adamın, en küçük çocuğundan bile küçük bir kızdan çocuğu olunca, çocuğu alıp kaçan kıza program sırasında, “Bari çocuğumu ver dediğinde” kızın, “Zaten o çocuk senden değil” demesini mi istersiniz!
(Yılmaz Özdil, Sözcü Gazetesi 14/12/2022)
İŞTE DECADENCE BU!
Tam bir çöküş…
“Faiz sebep, enflasyon sonuç” dendiğinde enflasyon %19,53 civarındaydı. Teşhiş, dünyada uygulanmamış bir yaklaşımdı. Ve felaket oldu.
Şimdi, ‘Seneye yüzde 20 enflasyon’ diyorlar. Yani 2021 Aralık düzeyine gelecek. Peki, bu bir yılda biz bunları neden yaşadık?! Bu millete verecek bir hesabınız var mı?!
Ama siz hesap vermeyi, açıklığı ve şeffaflığı sevmezsiniz. Arkada hep bir karanlık olmalı. Arkada hep bir sis olmalı.
İşte bu tarikat ve cemaatler de bu köylü yapılanmasıyla, bu hurafeci zihniyetiyle ve bu akıl dışı perspektifleriyle bugünkü Türkiye’nin izdüşümleridir.
Galiba bütün dinler böyle… Akıl dışı, otonom bir yapılanmaya gittiğinde KENDİLERİ BİR DİN KURUYOR. 12 Aralık 2022 Sözcü Gazetesi’nde Ayşe Sucu’nun tekrar hatırlattığı gibi (1977’de okuduğumda bu kadar etkilenmemiştim ama şimdi çok dokundu!) Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler kitabında, “Büyük Engizisyoncu” bölümü muhteşemdir.
Kurguya göre 16. yüzyılda Hz. İsa yeryüzüne iner. Mucizeler yaratır. Felçli bir insanı yürütür. Bir ölüyü diriltir. Görme engelli birinin gözünü açar. Engizitör, O’nu tutuklatıp hücreye atar. (Hücreye attığı, Hristiyanlığın kurucusu!) Ve der ki, “Biz özgürlüğü senin adına sonlandırdık.”
İşte dogmalaşmış ve donmuş bir dinin bizleri getirdiği nokta.
6 yaşında bir kız, bir cemaat üyesine peşkeş çekiliyor.
AMA BİZ SAHNEDEN ÇEKİLEMEYİZ
BİZ, ETİENNE DE LA BOÉTİE’NİN “GÖNÜLLÜ KULLUK ÜZERİNE SÖYLEV’İNE DEĞİL, BRECHT’İN “SEZUAN’IN İYİ İNSANI”NA BAĞLI KALACAĞIZ.
Ve yine başa dönersek decadence (çöküş) dönemlerinde, yönetici sınıfta, doğal olarak siyasal ve sosyal iklimin bir tezahürü ve izdüşümü olması dolayısıyla
Decadence’i MEDİOKRASİ TAKİP EDER.
Yani vasat yöneticiler iktidarı…
Biz tabii ki Platon gibi, “Felsefeciler Kral olmalı” demiyoruz ama yine halkın bir şekilde yüzyıllardan süzülerek gelen engin sağduyusu, iyilik gücü ve merhametiyle harmanlanmış bir değerler dizgesinin galabe çalacağına inanıyoruz.