Haldun Solmaztürk
‘Ben Kemal; gidiyorum.!’ Kendi siyasi hayatını kendisi bitirdi…!
Cüneyt Arkın’ın o repliğini ilk kez—seçimlere üç ay kala—CHP grup toplantısında kullanmıştı.
Gergin, ateşli bir konuşmadan sonra, yüz hatları gevşemiş ne o konuşmanın ciddiyetiyle ne de ülkedeki gerçeklikle hiç uyuşmayan o saçma repliği okumuştu: “Ben Kemal, geliyorum.!”.
Akıldaneleri gibi parti grubu da çok mutlu oldular; hepsi gülücük ve alkışlarla ayağa fırlamıştı.
Seçimlerde başarı halka, artık tümüyle yozlaşmış iktidarı değiştirebilecek ‘gücün’ var olduğuna ve devlet krizinin üstesinden gelebileceklerine ilişkin ‘güvenin’ verilebilmesine bağlıydı.
Bunun için de samimi bir birliktelik sergilenmesi, ‘ben’ yerine ‘bizin’ öne çıkarılması ve popülizmden—halk dalkavukluğundan—uzak durulması gerekiyordu.
Tam aksi yapıldı.!
Tüm uyarılara rağmen ‘gökteki yıldızlar’ dışında herşeyi vadeden abartılı söylem halktaki güveni kökünden yok etti.
Bu arada ciddiyetsiz ‘Ben Kemal’ söylemi ve ‘ben’ vurgusu da ısrarla, inatla sürdürüldü.
Hepimizin—hepsinin—gözleri önünde gelişen ‘ne oldum delisi’ havası ve şımarıklığı içinde ‘3 Mart’ krizine gelindi. Akşener’in “Ne bir kumar masasında ne de bir noter masasında olacağız” çıkışı aslında tam bunu anlatıyordu ama hem çok geçti hem de şekli ve zemini yanlıştı.
Üç gün sonra kriz—sözde—çözüldü ama ‘Geçiş Süreci Yol Haritası’ temel sorunu—seçim sürecine hakim olan asıl kaygıyı—bir kez daha gözümüze soktu: ‘Ben Kemal’ merkezli yedi ‘Cumhurbaşkanı yardımcılı’ bir sisteme (!) gözü ve aklı kapalı olarak gidiyorduk.
Seçimlerden CHP ve İyi Parti—ve HDP—dışında herkes karlı çıktı ama hepimiz kaybettik.
Kaybettiğimizi bugün—iki ay sonra—çok daha iyi biliyoruz, iliklerimize kadar yaşıyoruz.
‘Ne var bunda…?’ tavrı içinde ne sorumluluk alındı ne de anlamlı bir özeleştiri yapıldı. Aksine, akıl almaz bir pişkinlik sergilendi ve toplumdaki hayal kırıklığı ve öfke daha da artırıldı.
Ve nihayet geçtiğimiz hafta eş zamanlı iki gelişme altımızdaki zemini tümüyle kaydırdı.
Önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ‘moderatörlüğündeki’ toplantıyı duyduk.
Parti sözcüsü, “Partinin hiyerarşisini dikkate almayan” toplantının ‘etik’ olmadığını açıkladı. ‘Etik olmayan’ toplantıyı doğru bulmuyorlardı.
Bu arada, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda CHP Genel Başkanı’na destek veren Ümit Özdağ’ın çarpıcı ‘üç bakanlık’ açıklaması gündeme girdi. Bu iddiadan şaşkına dönenlerden biri olan Ahmet Davutoğlu, Kılıçdaroğlu’nun Özdağ’ın iddiasını yalanladığını ve ‘Kesinlikle bunlar doğru değil’ dediğini açıkladı.
Arkasından, CHP parti sözcüsü de iddiayı kesin bir dille yalanladı.
Kıyamet iki gün sonra koptu…!
Kılıçdaroğlu Perşembe gecesi canlı yayındaydı. İki saatlik programda şaşırtıcı—ve ürkütücü—bir rahatlık içindeydi…
Sık sık gülüyor, hemen her cümleye “Ne var bunda, olabilir…” diye başlıyor, basit kelime oyunlarıyla top çeviriyor. Yenilgiyle yüzleşmekten kaçınıyor, partideki değişimi mevsimlerin, insanların, modanın, ders kitaplarının, bilimin değişimiyle bir tutuyor—yani ciddiye almıyordu.
“Ülkenin bu kadar ciddi sorunu varken, CHP’nin iç sorunlarının bir tartışma konusu olması onu rahatsız ediyormuş. Bir de ‘parti-içi’ tartışmaları toplumun önüne getirmek yanlışmış…
Sanki Erdoğan’ın ‘durumsal farkındalık’ sorunu ona da bulaşmış…
Ülke sorunlarının başında ‘ana muhalefetin durumu’ geliyor ve bu konu parti-içi olmaktan çıkalı çok oldu ama o farkında değil – ya da Erdoğan gibi onun da işine böylesi geliyor…
İmamoğlu’nun toplantısı için “Etik olarak rahatsız edici” diyor ama gazeteci ‘etik’ davranışın ne/nasıl olacağını sorduğunda gülerek “Biz biliriz onu” deyip kesip atıyor.
Etik, esas olarak ‘ahlak felsefesine dayalı’ yani ‘ahlaki’ olup olmadığı tartışmalı anlamına gelir.
Gizli ‘üç bakanlık ve MİT’ protokolü hakkında “Var tabi [öyle bir protokol]” diyor ama içeriğini sadece kendisi [a.b.] biliyormuş lakin o konuda konuşması ahlaki (!) olarak doğru değilmiş.
Ama protokolle ilgili olarak ne etik ne de ahlaki bir tartışmaya ya da sorgulamaya girmiyor.!
En vahim olanı böyle bir anlaşmaya gidilmesi, bunun ittifak ortaklarından ve hatta en yakın çalışma arkadaşlarından saklanması değil, bunların niçin yapıldığı, yani Kılıçdaroğlu’nun tutum ve davranışını şartlandıran temel motivasyonu…
Bu durumda Akşener’in 3 Mart’taki “Anlamış olduk ki şahsi hırslar Türkiye'ye tercih edilmiştir” saptaması haklılık kazanıyor. Toplumdaki hayal kırıklığı yanında güven tümüyle kayboluyor.
Buradan öteye gidilecek hiçbir yer kalmamıştır.
Kılıçdaroğlu kendi siyasi hayatını kendisi bitirdi, artık gerçeklikle yüzleşmelidir…!