Burak Soyer
“Aile toplumun biopsisidir ve kanserli hücreler de barındırabilir”
Yönetmen Çağıl Bocut, birçok yerli ve yabancı festivallerde gösterilen ilk uzun metraj filmi Sardunya ile son olarak Ankara Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü’nü aldı. Film, bir baba-kız ilişkisi üzerinden genele yayılan vicdan, adalet, kişisel çıkarlar, güç gibi konuları sorgulamaya girişiyor.
Türk sinemasında baba-oğul çatışmasına, yüzleşmesine alışkınız. Büyük şehirde yaşayan oğul, herhangi bir sebeple –genelde hastalık olur bu- ani bir telefonun ardından birkaç günlüğüne babasının yanına gider ve olaylar gelişir. Eski defterler açılır, kapanmamış hesaplar ortaya dökülür ya oğul ardına bakmadan ortamı terk eder ya da baba oğul kucaklaşır ve son… Çağlar Bocut ilk filmi Sardunya’da bu bildiğimiz senaryoda oğulun yerine kızı koyuyor, olayı da geçmişe değil şimdiki zamana göre ayarlıyor. Bir de buna polisiye ve gizem öğeleri ekliyor.
Cinephilia Bound Cannes, MFI, Köprüde Buluşmalar, First Cut Lab platformlarına seçilen, yurtdışı prömiyerini gerçekleştirdiği Cottbus Uluslarası Film Festivali'nden En İyi İlk Film ödülünü, yerli prömiyerini gerçekleştirdiği İstanbul ve Ankara Film Festivaller’inde En İyi İlk Film, İstanbul Film Festivali’nde ayrıca En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Sinematografi ödüllerini alan Sardunya, babasının felç geçirdiğini öğrenmesiyle İstanbul’dan İzmir’e dönen Defne’nin halasının ölümüyle beraber başlayan aile içindeki sorgu çemberinin toplumsal bir ağa yayılışını anlatıyor. Başrollerinde İlayda Elif Elhih, Ali Seçkiner Alıcı, Evren Duyal’ın oynadığı filmin yönetmeni Çağıl Bocut’la konuştuk.
Sardunya, sizin başınızdan geçen bir hikayeyi anlatıyor. Böyle bir şey yaşandı mı gerçekten? Hikayeyi filme çekme aşamasına geldiğinizde çevrenize karşı bir “Ne deriz?” tedirginliği oldu mu? Sizin açınızdan epey zor bir konu…
2009 yılında filmin öyküsüne benzer bir şekilde ailemin birçok ferdinin aynı anda ciddi rahatsızlıklar geçirdiği zorlu bir dönem yaşamıştım. Gerçekten babam felç geçirmişti ve o dönem belki de hastalığın etkisiyle babamın daha farklı, daha sevecen bir tarafını tanıma şansı elde ettim. Fizik tedavi seansları sırasında uzun uzun vakit geçirdik ve bir nebze olsun ertelenmiş diyaloglarımızı tamir etme fırsatımız oldu. Aynı dönem, halam da kanser hastasıydı ve son günlerini bizim evimizde geçirdi.
Ne kadarını yansıtabildiniz Sardunya’da?
Filmdekinden farklı olarak halam hastanede vefat etti. Biraz baba-kız çatışmasını daha su yüzüne çıkarmak adına filme radikal öğeler ekledik ve suç elementleri dahil ettik.
Film klasik bir ‘geçmişle yüzleşme’ hikayesini anlatacak gibi başlıyor ama sonra bambaşka bir yere evriliyor. Kafanızda ilk kurduğunuz zaman da böyle miydi konu?
Aslında ilk baştan itibaren kafamda baba-evlat arasındaki kuşak çatışması, sağlık bürokrasisi ve ölüme karşı takındığımız tavır hakkında sorular vardı. Bu nedenle babanın yaşadığı ciddi bir hastalığı, ailedeki gücün babadan evladına devrine neden olan üstü kapalı bir geçiş ayini olarak yorumladığım bir hikaye kurmaya çalıştım. Çünkü bir insanın yaşamında mezuniyet, iş, düğün gibi çeşitli geçiş ritüelleri oluyor. Ancak babanın yaşlanıp ailedeki erki çocuğuna bırakıp yaşlılığını kutladığı bir geçiş ayini olmuyor. Bu geçiş sessiz ve hüzünlü... Bireysel hikayemin toplumsal bir yansıması olduğuna inandığım için bu hikayemi görselleştirmek istedim. Bu çatışma ve ayini de daha uçlara taşımak için yer yer polisiye unsurlar eklemeye çalıştık. Tabii ki bu unsurlar hikayenin türünü değiştirmek için değil, kritik anlarda kahramanların verecekleri kararlara tanık olmak, aile içi dinamiklerini ortaya çıkarmak adına eklendi.
Bu evrilme beraberinde ‘ani’ bir merak da getiriyor? Bilinçli bir tercih miydi bu?
İlk başta kafamda kurduğum haline göre gerçekleştirdiğimiz en büyük değişiklik; baba-oğul hikayesi anlatmak yerine, daha az örneği görülen baba–kız hikayesi anlatmak oldu. Bunun yanı sıra oyuncularımın ve senaryo danışmanlarının verdikleri fikirlerden de çok yararlandım, hikayemin daha boyutlu ve gerçekçi olmasına çok yardımcı oldular.
Karakterlerde de olaylar ilerledikçe yavaş yavaş kaçış ve bir sadece ‘kendini kurtarma’ hali ortaya çıkıyor. Burada “Giden gittiğiyle kalıyor,” diyebilir miyiz?
“Kendini kurtarma” terimini çok doğru yerde kullandınız. Bu konunun üzerine biraz kafa yormaya çalıştım açıkçası. Çocukluğumuzdan itibaren aile kavramı bize çok kutsal, saf ve korunması gereken bir şey gibi lanse ediliyor. Aile toplumun yapı taşıdır deniliyor. Aile aynı zamanda toplumun biopsisidir bence ve kanserli hücreler de barındırabilir. Hatta aileler tehlike anlarında çevrelerine çok zarar veren kapalı yapılara dönüşebilir. Bunun örneğini çokça haberlerde rastlayabiliyoruz. Biraz bunu yorumlamak istedim diyebilirim. Bu bağlamda filmde bir kurban analojisi kurmaya çalıştım ve süreç sonunda seyircilerin sırayla hala, köpek ve evin en masum sakini olan Gürcü bakıcının kurban edilmesine tanık olmasını istedim.