Açlıkla sınanan ülke

Bu yazıyı yazdığımda asgari ücret henüz açıklanmamıştı ancak dile getirilen en yüksek zam talebi TÜRK-İŞ tarafından ilan edilen açlık sınırından biraz fazla, yani 6.000 TL civarında bir seviyeye çekilmesini öneriyor. İktidara yakın gazeteler ise %10 ile %30 arasında (4600 - 5500 civarı) olabilir diyerek beklentiyi düşürmeye çalışıyorlar. Benim tahminim kuruldan %20-25 arası bir zam çıkar ve Sayın Cumhurbaşkanı, Madrid dönüşü çeşitli müjdeli haberler ve Biden’ı mutlu etmek için kabul ettiği görüşmenin yarattığı kutlama havası ile %40’a yükseltir.

Peki bu sorunu çözer mi?

Hayır, çünkü uzun zamandır ücret artışlarının tamamı sadece enflasyonun tahribatını gidermeyi amaçlıyor. “Yüksek” büyümelerden emeğe de pay vermek gerekir diye düşünen hiç yok. Emekçinin kendisi bile yeteri kadar güçlü ve kitlesel bir şekilde bunu talep etmez oldu. Sonuçta da sadece birkaç yıl önce GSYİH’da %40 olan emek payı %30’un altına kadar geriledi.

Öte yandan hayat pahalılığını dayanılmaz ölçüde artıran bir de enflasyon sorunu var. Üstelik Sayın Nebati, Sayın Kurtulmuş ve iktidarın parçası çeşitli kişilerin dile getirdiği gibi bu bilinçli olarak tercih edilen bir politika. Türkiye gibi dışa açık ve ithal bağımlılığı yüksek bir ülkede ucuz TL sevdasıyla döviz kurlarını suni olarak yükseltirseniz çok yüksek fiyat artışlarına maruz kalacağınız gün gibi aşikâr. Bütün dünyada enflasyon var gerekçesinin de ardına sığınılamaz.

Gelinen noktada asıl sorun ABD ve AB başta olmak üzere durgunluk dönemine girileceğine dair güçlü beklentiler. Eğer bu gerçekleşirse Türkiye’nin ihracatına önemli bir darbe gelebilir. Bu darbenin ise dış açık ve cari işlemler dengesi üzerinde ne kadar etkisi olabileceğini ise tahmin etmek güç; yüksek risk barındıran bir ortama girdik.

Bu riskli ortama girilirken durumumuz şudur:
Hanelerin borçluluğu katlanılmaz seviyelere ulaşmak üzere. Ücretler ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki fark, ücretler aleyhine çok açık. İşsizlik ve işsiz kalma riski çok yüksek. Bütün bunların sonucunda yoksulluğun çok yaygınlaştığını, derinleştiğini ve yanı sıra yoksulluk riskinin de yükselmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla makro dengesizlikleri gidermek için tasarlanacak herhangi bir iktisat politikası, yükü ücretlilerin üstüne yıkamaz.

Ekonomi yönetiminin aldığı kararların sonucunda ortaya çıkan büyük yıkım şirketler kesimini de zora soktu. 2018’de derinleşmeye başlayan kriz döneminden önce “Türkiye’de işletmelerin büyük bölümü o zamanki asgari ücreti bile ödeme kapasitesinden yoksunlar” diye değerlendirmeler yapıyorduk. Ücretler çok düşürüldü, büyük bir yoksulluk yaratıldı ve aynı sorun büyüyerek devam ediyor.

Görece verimli olduğu için yüksek ücret ödeme kapasitesine sahip şirketlere ise ekonomi yönetimi panik ve hınçla saldırmaya başladı. Son dönemde alınan kararlarla ihracatçıların döviz gelirlerinin TL’ye çevrilme zorunluluğu getirildi, kur riskinden korunma aracı olarak kullanılan vadeli işlem araçları bankalar üzerinden alınan önlemlerle fiilen kaldırıldı. Son olarak da BDDK kararı ile yine bankalar üzerinden şirketlerin işletme kredisine erişimleri engellenmek istendi. Kısaca fiilen konvertibiliteden çıkıldı.

Bütün bu kararlar şirketlerin, faaliyetlerini daraltmaya veya yapabildikleri ölçüde dışarıya kaydırmalarına neden olacaktır. En azından transfer fiyatlaması ve benzeri önlemlerle döviz kazançlarını mümkün olduğu kadar dışarıda tutmayı tercih edeceklerdir. Kısacası, dünyada durgunluk ihtimali bu kadar yükselmişken bizim iktidar, bu dışsal şoku birkaç kat daha artıracak önlemleri alıyor. Bu önlemler ile büyümenin düşmek yerine çakılmasını, döviz açığını ise iflas seviyesine yükseltecek denli büyütmeyi başaracak gibi duruyor.

Dolayısıyla, şirketler kesiminin büyük bölümü yani, kurumsal şirketler ve iktidar halkasının içindeki şirketlerin dışında kalan küçük ve mikro şirketler bırakın asgari ücret artışını taşıyabilecek kapasiteye sahip olmayı, canlarını kurtarmayı başarıp başaramayacakları bile şüpheli.

O zaman ekonomiyi bu hale düşüren iktidar, asgari ücret artışını nasıl başaracak?

Evet bildiniz, çoktan dibine kibrit suyu ekilmiş kamu kaynakları ile. Bir sigorta olarak kurulup ücretlilerden alınan vergiye dönüşen işsizlik sigortası tehlike anında kırılacak ilk cam. Daha önce işveren desteklerinin bir bölümünü buradan karşıladıkları için orada yüzsüzlük ve ahlaksızlık sınırı çoktan aşılmıştı bile.

İkinci olarak da sigorta primlerini almayın talepleri var. Eh o konuda on yıllardır oluşan kara delik o kadar büyüdü ki sadece sosyal güvenlik açıklarını kapatmaya çalışan tam bağımsız bir banknot matbaası kursak yeridir.

Bu durumda önümüzde iki ihtimal var.

İlki, asgari ücreti yeteri kadar artırmadığı için nüfusunun %15-20’si açlık sınırı altında bir gelirle hayatta kalmaya çalışan ilk G20 (+1 olduk artık ama neyse) ülkesi olabiliriz.

İkincisi, asgari ücreti artırdığı için iflas eden ilk ülke olabiliriz. Ücretli çalışanların yaklaşık %60-65’inin asgari ücretli olduğu ve 5.000 TL’nin üstüne çıkılacak olursa bu ucube oranın %70 civarına kadar gelebileceğini unutmayalım.

Bu açmazdan kurtulmanın tek yolu var.

Bütün bunlara neden olan iktidarın hemen çekip gitmesi. Yoksa çeşitli tarikat CEO’larının sıkça dile getirdikleri gibi açlıkla sınanmaya devam edeceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haluk Levent Arşivi