Memetcan Demiray
Yaşasın gazetecilik!
Akıllı telefonlar sayesinde artık herkes her an "malumat" üretebiliyor ama büyük şirketler ve otoriterleşen devletler yüzünden gerçek "haber"e ulaşmak giderek zorlaşıyor. Ve mesleğin bu karanlık çağında Nobel Barış Ödülü'nün iki gazeteciye verilmesi, daha şeffaf bir toplum, daha demokratik bir gelecek için umutlarımızı tazeliyor!
Bizde "gazetecilik" denince akla köşe yazarları gelir. Genelde 50 yaş üstü ve erkek olan bu zevat, siyasetten gastronomiye her alanda fikir sahibidir. Hele mevzu futbolsa José Mourinho kim ki?!.. En iyi tekniği ve taktiği onlar bilir. Dolayısıyla köşe yazarları bir gazetenin her şeyidir ve köşe yazısız gazete olmaz. Böylesi "vazgeçilmez" kişilerin mesleği bırakması için de elbette vefat etmeleri gerekecektir. Bu manada siyaset esnafı gibidir "ideal muharrir"...
Gazetecilikte köşe yazarından sonra en önemli kişi editördür. Onların işi, gelen haberi süslemek ve çarpıcı bir başlıkla sayfaya koymaktır. "Cem Uzan'a hapis şoku!", "İstanbul'da yağmur alarmı" ve "Aleyna Tilki'ye sürpriz sevgili" gibi manşetleri akıl edebilmek için her gazeteye bolca editör şarttır.
PİS İŞLERİN İNSANI: MUHABİR...
Meslek hiyerarşisinin en alt basamağında ise muhabirleri görürüz. Daha doğrusu pek göremeyiz çünkü bütün gün kelle koltukta "haber" peşinde koştururlar. Trafik kazasından terör saldırısına, mitinglerden tribün olaylarına ne kadar "pis iş" varsa hep onlar ön safta yer alırlar. Yani bir anlamda sektörün "ameleleri"dirler ve yazdıkları haber beğenilmezse "sayın basın mensubu" olmaktan çıkar, anlı şanlı spor kulüpleri tarafından "X adlı muhabir" diye aşağılanırlar!
Gazeteciliğin nereden nereye geldiğini anlamak için çok değil, son 20-30 yıla bakmak yeterli aslında... Yazılı basının habercilikteki rekabeti 80'lerin TV reklamlarına yansıyor, Tan gazetesi Beşiktaşlı Metin Tekin ile yaptığı özel röportajı TRT 1'de duyuruyordu! En taze cemiyet dedikoduları her perşembe Saklambaç'taydı ve "Türkiye'de İslamcılık" konusunda Cüneyt Arcayürek'in yeni araştırmasını mutlaka okumak lazımdı. "Sadece gazete verir", Cumhuriyet'in 90'larda TV sloganı olacaktı.
TENCERE TAVADAN UĞUR DÜNDAR'A...
Zira bu prestijli sektöre "iş insanları"nın girmesiyle medya yönetimleri de değişiyor, gazeteler kuponla tencere - tava dağıtmaya başlıyorlardı. Hatta olayı abartıp çekilişle otomobil verenler bile çıkacaktı!
Buna rağmen piyasada farklı görüşlerden çok sayıda gazete olması her kesimin yararınaydı. Bir basın emekçisinin işten ayrılması halinde gidecek onlarca kapısı vardı. Ve bir skandalı bir gazete görmezden gelse diğeri ortaya çıkarıyor, böylece kamuoyu çok önemli bilgilere er ya da geç ulaşıyordu. Çünkü gazetecinin ilk işi merak etmek, soru sormaktı ve ister bakan ya da başbakan olsun, ister Devlet Su İşleri Genel Müdürü; bu soruları cevaplamak zorundaydı. Ya cevaplamazsa?.. Ertesi gün sürmanşetten ifşa edilmek vardı ki bunun anlamı tüm ülkeye rezil olmaktı. Evet, 21. yüzyıla girerken Türkiye'de "rezil olmak" diye bir kavram vardı ve gazeteciler kamuoyundan aldıkları güçle hem "korkulan" hem de hürmet edilen insanlardı. Mahalle fırınlarını teftiş eden Uğur Dündar ve "Çekerim kulağınızı!" sloganıyla Ahmet Vardar, o kuşağın son temsilcisi olacaklardı.
VEYİS ATEŞ Mİ?!.. KALSIN...
2000'lerle birlikte AKP'nin de doğrudan etkisiyle medya gruplarının sayısı azalıyor, "güç" belirli odaklarda toplanıyordu. İnternetin hayatımıza girmesiyle yaygınlaşan "kopyala - yapıştır" haberciliği (!) de bu gelişmeye tüy dikecekti. Artık "ana akım medya" tek sesti.
Alternatif arayanlar dijital mecralara yöneliyordu ama orada da para yoktu. Böylece muhabirliğin karanlık çağı başlıyordu. Evet, köşe yazarları görece serbestti yorumlarında ve "basın özgürlüğü"nden bunu anlamamız lazımdı! Oysa tek parti iktidarı giderek yerleşirken herhangi bir yetkiliye "soru sormak" artık imkânsızdı. "Açıklama yapıyor" diye Sağlık Bakanı'nı öven bir toplumun inşası böylece tamamlanmıştı.
"Muhabir" dediğin de şimdi Bebek'te popçu kovalayan, yakaladığı ünlüye "Aşk mı yaşıyorsunuz?!" diye soran paparazziler ve Igor Tudor'a karşı "aslan" kesilip Fatih Terim'in basın toplantısında süt dökmüş kediye dönen plaza tayfasıydı. İnsan "gazeteciyim" demeye çekinir olmuştu. Öyle ya; kim isterdi Veyis Ateş ve Abdülkadir Selvi'lerle aynı "titri" taşımayı?... Zaten Çetin Emeç'in koltuğunda da Berat Albayrak'a "çanak soru" soran biri oturmaktaydı. Sahi, Ahmet Hakan'ın en son hangi haberi gündemi sarsmıştı?
FACEBOOK GİDER, GAZETE KALIR!
Şimdilerde akıllı telefon sahibi herkes birer "malumat" kaynağına dönüştü, Kanada'da olan bir olay Quebec'ten önce Artvin'de okunabiliyor. Ama Facebook "ürünleri" 6 saat kesilince eli ayağına dolaşan insanlık, "klasik medya"nın da hâlâ değerli olduğunu yavaş yavaş anlıyor. Nitekim bizde "zorla" sektörün başına "atanan" Demirören "Pandora Papers"ta arzıendam ededursun, Avusturya'da medyaya para aktardığı söylenen başbakan Sebastian Kurz'un tahtı fena halde sarsılıyor!
Çünkü halkın haber alma hakkı demokrasinin olmazsa olmazı ve işte Sedat Peker bile "Bir zamanlar düşmanımdı!" dediği muhabir Erk Acarer'e şimdi kendisinin de sesi olduğu için teşekkür ediyor! İnternet çağında bilgiyi yaymak kolay, doğru... Ama o "bilgi"yi elde etmek için merak edecek, soru soracak, cesur gazeteciler gerekiyor.
Ve aynı hafta 2021 Nobel Barış Ödülü Maria Ressa ve Dmitry Muratov'a veriliyor. Biri Filipinler, diğeri Rusya'da ağır baskılar altında faaliyet gösteren iki cesur gazeteci, böylece tüm dünyadaki meslektaşlarına moral oluyor!
Tekrar özgürce soru soracağımız, haber yapacağımız günler gelecek mi? Muhammed Ali'nin İslamiyet'e geçmesi üzerine "İlk röportajı ben yapacağım!" diye uçağa atlayıp New York'a giden dedem aklıma geliyor. Sanki biraz uzağız o döneme... Ama neydi mesleğin sırrı? Derin sabır, saplantı derecesinde gerçeği bulma çabası ve sonsuz şüphecilik... Şanslıyız ki Gazete Pencere var. Yaşasın gazetecilik!..