Aslı Kotaman
Üniversite çalışanları zor durumda
Elbette bu cümlede ilk olarak bir düzeltme yapmalı. Üniversitede çalışabilenler zor durumda diyeceğim izninizle. Çünkü bazıları çalışamıyor da bildiğiniz üzere.
Nisan ayında Yök’ün verdiği üniversite çalışanlarında maaş eşitlemesi ile ilgili kararı okuduğum gün, bunca yılını özel üniversitelerde geçirmiş biri olarak ne yapılacağını hemen anlamıştım. Bahsettiğim karar şu; Nisan 2020’de 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununda yapılan değişiklik sonucu, kanunun ek 8. maddesine “vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarına, ünvanlarına göre devlet yükseköğretim kurumlarında ödenen ücret tutarından az ücret verilemez” hükmü eklendi.
Bu ne demek?
Vakıf ve devlet üniversiteleri arasındaki maaş farkı son 20 senede ters yönde bir değişim göstermişti. Araştırma Görevlisi olarak bir vakıf üniversitesine ilk girdiğimde benden bir önce girenlerin dolar ile maaş aldıklarını öğrenmiştim. Demek tersine dönen rüzgarın ilk kurbanlarındandım. Vakıf üniversiteleri ilk açıldığında nitelikli hocaları transfer ettiler. Hatta sadece emekliliğini alanlar değil, devletten istifa ederek vakıf üniversitelerine geçenler oldu. Ama yıllar tam da Türkiye’nin diğer alanlardaki son 20 senesi gibi geçti. Ardı arkasına üniversite açıldı. Vakıf üniversiteleri en başta ulaşmak istedikleri yüksek standartlara asla erişemeyeceklerdi. İstanbul’da en çok öğrenci alan, adı iyiler arasında bilinen özel üniversitelerde çizim dersleri kaldırılan mimarlık bölümlerini mi anlatalım? Geçme notunun 17 olarak belirlenmesini mi? 17 de ne demeyin sakın. Bina yok, öğrenci çoksa, öğrenciler bir an evvel çarçabuk mezun edilmelidir.
Akademi, korunaklı alan
Akademi korunaklı alan olarak görülmeye başlandıkça, sektördeki herkesin B planı haline gelmeye başladı. Ne ders olsa vermeye hazır bir kitle oluştu, oluşturuldu. Her işe koşulan kadrolu akademisyenler hafta içi 5 gün okulun her köşesinde kan ter içinde koştururken, ders saat ücretli gelen öğretim elemanları o kadrolara girmek için can atıyordu. Sistemin çarpıklığı yeni çarpıklıklar doğurdu. Uzun dönem bir vakıf üniversitesinde çalışan bir akademisyenin maaşı ne kadar az zam yapılırsa yapılsın yıllar içinde artış gösteriyor, tazminat hakkı kabarıyordu. Sudan sebeplerle insanların işten atılmasına karar verilen çok toplantıya girdim. Hatta idari görevimde terfi aldığımı öğrendiğim bir gün 3 kişiye işten çıkarıldığını duyurmam gerektiğinde bu iki durumun aynı güne denk gelmesinden hiç şüphelenmemiştim bile.
Daha çok öğrenci almak, daha az akademisyen istihdam etmek, istihdam edilen akademisyene mümkün olan en az maaşı vermek ana gayeydi. Ne oldu sonra? Yeni bir ara formül bulundu. Kadroda bulunan akademisyenlerden kendilerine yatırılan maaşlardan feragat etmesi istendi. Bunun karşılığında özgürlüklerini alacaklardı. YÖK kadroda 3 kişinin olmasını şart koşuyordu ama kimi zaman uzaktan eğitim sebebiyle kimi zaman bölümün ilk senesi ya da az öğrencili olması sebebiyle daha az ders ve hoca ile idare edilebiliniyordu. Örneğin üniversite 1. sınıflara ne olursa olsun aynı dersleri okutursanız o zaman 1. sınıfların tümüne ortak ders açabilir ve hatta bu derslerin izin verilenlerini uzaktan eğitime taşıyabilirsiniz.
Bitmedi
Akademisyenler haftanın her günü kendilerine verilen her işi yapmaktan ve aynı zamanda araştırma yapmak, ders hazırlamak, tez yazmak gibi işlerin tümünden sorumlu olmaktan yorulmuştu. Bu minik özgürlük vaadi kısa bir süre için bir mutluluk balonu uçurdu. Artık 2 gün gelen hoca aldığı maaşın “hak etmediği” kısmını elden üniversiteye geri veriyordu. Çünkü akademisyene ödenebilecek en düşük maaş konusunda bir düzenleme vardı ancak ödenen maaşlar elbetteki bu meblağın altında kalıyordu. Zamanla bu iş zorlaştı. Üniversiteler yazları maaş vermeyi zul saymaya başladı.
Bu yazın maaş vermemenin başka örnekleri de var. Örneğin yeni açılacak bir üniversitenin ya da bölümün YÖK’e dosya göndermesi ve kadrosunun, fizibilitesinin tam olduğunu bildirmesi gerekir. Böylece açma izni alınır. Ancak üniversiteler Nisan ayında açacakları bölümü öğrenseler bile akademisyenleri kadroya alıp onları ücretsiz izne çıkararak ya da ücreti elden alarak Ekim ayına kadar bir şekilde ücret ödememeyi başarıyorlardı.
Zamanla özgürlük parasızlık demek oldu. Maaş çok düştü, başka geliri olmayan akademisyenler yazın da para almayınca geçim hayli zorlaştı.
Yeni düzenleme
Tüm bunlardan hatta fazlasından haberdar olarak aslında bu yeni düzenlemeyi okuduğumda ne olacağını hemen anladım. Üniversiteler maaş düzenlemesi ile başa çıkmanın yolunu bulmaya çalışacak, işten çıkarmalar çoğalacak, elden maaşı geri ödemeler hız kazanacaktı. Tam da öyle oldu. Derslerini online’a çeviren üniversiteler akademisyen fazlalığından yakınır hale geldi. Örneğin bir fakülte altında benzer disiplinde bölümler varsa hoca fazlalığı göze batmaya başladı. Her bölümde 3 kişi demek, 5 bölümlü bir fakültede 15 akademisyen istihdamı demektir. Ancak uzaktan eğitim, ortak derslerin artışı ile bu sayı çoğu yönetimi çare bulmaya itmiş olmalı.
Gün geçmiyor ki sözleşmesi yenilenmeyen bir kişiden daha haberdar olayım. Bir arkadaşımla konuşuyorum. Çalıştığı üniversite el değiştirdi. Yeni yönetim nasıl diye soruyorum, maaş alabiliyoruz diyor. Çünkü daha önce aylarca alamamışlar. Bir diğer arkadaşım arıyor. Maaşımı artık %25 daha az alacakmışım diyor. Nasıl olur demeye kalmadan ekliyor. “He bir de, 2 ayda bir alacakmışım.” Bu arada maaşı tam yatacak olmalı. 2 ayda bir demesi şöyle, bir ay yatan maaş kendinin olacak, diğer ay gidip maaşı elden okula geri verecek. Harika değil mi? Ama buradan ayrılsa nereye gidecek? Hiç maaş alamadığı okula mı?
Can Yücel haklıydı
3 sene mi oldu 4 sene mi. Duvara çentik oymayı bırakalı çok oldu. Artık üniversitede değilim. Gün geçmiyor ki aklıma Can Yücel’in anlattığına rivayet olunan şu hikaye gelmesin.
Can Yücel 1971’de Che Guevara ve Mao'nun yazılarını Türkçe'ye çevirdiği için tutuklanıp 15 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. 1974 yılında genel afla hürriyetine kavuşana kadar kalıyor cezaevinde. İçerideyken okuyor, yazıyor. Hatta “Bir Siyasinin Şiirleri”ni tamamlıyor. Arkadaşlarından haber alıyor. Ortalık karışık. Herkes içeri girmekten korkuyor. Baskından kaçmak için sürekli ev değiştirenler, ismini kullanamayanlar, yazamayan çizemeyenleri duydukça “oh be” diyor. “İyi ki içerdeyim.”
Ben tüm bu gelişmeleri uzaktan dehşetle izlerken neredeyse dışarıda olduğuma sevinecek oluyorum. Ama sonra ödenen bedeller, çekilen acılar geliyor aklıma. Keşke herkes için daha adil, iyi bir dünya yaratmanın bir yolu olsa diyorum.