Emre Tansu Keten
The Social Dilemma: Kork ve Devam Et!
Filmin ideolojik söylemi, aşırı sağı bir tür sapkınlık olarak kodlar, bu konuda bir ahlaki panik yaratmaya çalışırken, kutuplaşma bağlamını devreye sokarak, asıl gelmek istediği yere ulaşıyor ve sıradan insanların siyaset yapmasını bir sorun olarak ortaya koyuyor. ABD’deki aşırı sağcıların eylemlerinden, Fransa’daki Sarı Yelekliler başta olmak üzere dünyanın birçok yerindeki haklı isyanlara geçiş çok hızlı oluyor. Belgeselin kurgu tercihleri, sokak siyasetini bir tür anomali olarak sunuyor.
Diğer yapımlar gibi Social Dilemma da, anlattığı tehlikelerden yapısal bir çıkış yolu sunmak yerine, bu distopik olasılıkların verdiği hazza yönelerek bir gösteri olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal medya şirketlerinin devletler tarafından denetlenmesi ya da insanların hesaplarını kapatması önerileri, tam da sorunun köküne inmemek, inmek istememek anlamına geliyor. Film boyunca öcü gibi gösterilen algoritmaların, filmin yayımlandığı Netflix’in başarısında önemli bir rolü olması da ayrı bir ironi.
Geçtiğimiz haftalarda Netflix’te yayımlanan Social Dilemma adlı belgesel, sosyal medyada bir hayli ilgi gördü. Twitter’da kısa bir arama yaptığınızda, filmin özellikle iktidar cenahından isimler tarafından heyecanla paylaşıldığını, herkesin birbirini sosyal medyanın tehlikeleri konusunda uyardığını görebilirsiniz. İletişim Başkanlığı’nın açıklama ve raporlarından etkilenenler, “biz demiştik, bakın kendileri de söylüyorlar” diyerek filme dört elle sarıldı sanırım.
Bir şeytan olarak sosyal medya
Aslında belgeselin, Facebook, Google, Instagram gibi mecralarda daha önce çalışmış insanları konuşturmasının dışında nitelikli bir yanı yok. Anlatımların arasına sıkıştırılan skeç tadındaki kurgu hikâye de filmin sadece parodik yapısını güçlendirmiş. Yeterince beğenilmediği için depresyona giren ergenler, Facebook videoları nedeniyle aşırı sağa kapılan liseliler derken, film insanları sosyal medya karşısında oldukça edilgen bir yerde konumlandırmış. On yıl önce Twitter Devrimleri diyerek yeni medya teknolojilerinin dünyaya demokrasi yayacağını söyleyen isimler, bugün bütün suçu aynı mecralara atarak bir felaket senaryosu yazıyorlar.
Aslında, uzun bir süredir gördüğümüz gibi, yeni medya teknolojilerinin distopik eleştirisi, bizzat bu teknoloji için kârlı bir gösteri alanı haline gelmiş durumda. Diğer yapımlar gibi Social Dilemma da, anlattığı tehlikelerden yapısal bir çıkış yolu sunmak yerine, bu distopik olasılıkların verdiği hazza yönelerek bir gösteri olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal medya şirketlerinin devletler tarafından denetlenmesi ya da insanların hesaplarını kapatması önerileri, tam da sorunun köküne inmemek, inmek istememek anlamına geliyor. Film boyunca öcü gibi gösterilen algoritmaların, filmin yayımlandığı Netflix’in başarısında önemli bir rolü olması da ayrı bir ironi.
Kapitalizmi kayırmak
Film bize, sosyal medya şirketlerinin bizlerin dikkatlerini maksimum düzeyde kendilerinde tutmak için çeşitli algoritmalar geliştirdiklerini, bu algoritmaların ise kullanıcıları bağımlı haline getirdiğini anlatıyor. Yani daha fazla para kazanmak için müşterilerini manipüle eden bir sektör var karşımızda. Ancak tam olarak bunu yapmayan herhangi bir sektör var mı diye merak ediyor insan. Kapitalist işleyiş, ilaç sektöründen, kozmetiğe, oyun endüstrisinden, gıdaya kadar farklı bir mantıkla çalışmıyor zaten. Özellikle, ilaç endüstrisinin hastaları bağımlı hale getirmek için özel çabalar harcadığı birçok örnek var ABD’de. Kullanılan yöntemler ve sahip olunan manipülasyon gücü farklı olsa da, sosyal medya şirketleri bu klasik kapitalist mantık dışında hareket etmiyor. “Ya büyü ya öl” düsturuyla hareket eden bu şirketlerin ulaştığı devasa güç, sadece bir tekelleşme sorunu olarak görülüyor.
Oysa yeni medya teknolojilerinin Marksist eleştirisi, sorunun tam da insan ilişkilerinin metalaştırılmasında olduğunu söylüyor. İnsanlar sosyal medya mecralarına, gündelik ve oldukça doğal ihtiyaçlarını karşılamak için dahil oluyor: sosyalleşme, arkadaşlarla iletişim, onlardan haberdar olma, gündemi takip etme. Kapitalist mantık, bugüne kadar piyasa ilişkilerinin dışında kalan, sermaye için değerlenmemiş bu alanı bir meta haline getirerek reklamverenlere satıyor. Jodi Dean bunu şöyle açıklıyor: "İletişimsel kapitalizm toplumsal özü ele geçirir, özelleştirir ve paraya çevirmeye çalışır” (Komünist Ufuk, çev. Nurettin Elhüseyni, YKY, 2014, s.78)”.
İki milyarı aşkın insanın gündelik iletişiminin meta haline getirilmesi, sosyal medyayı düşündüğümüzde temel sorun olarak açıkça ortada. İnsanlığın ortak kaynağının, bir avuç şirket tarafından, bu şekilde gasp edilmesi sona erdirilmeden, yani radikal bir şekilde bu şirketlerin var oluş nedenleri ortadan kaldırılmadan, alınacak yasal önlemlerin bir şey ifade etmeyeceğini yaşayıp göreceğiz.
Neden kutuplaşıyoruz?
Filmin vermek istediği asıl mesaj ikinci yarıda netleşiyor diyebiliriz. Algoritmalar sayesinde insanlara sadece görmek istediklerini gösteren Facebook gibi mecralar, dünyanın birçok ülkesinde artan kutuplaşmanın baş müsebbibi olarak işaret ediliyor. Trump’tan, Bolsonaro’ya kadar akıl almaz sağcı liderlerin başarısı da bu kutuplaştırıcı algoritmalarda görülüyor. Oysa bu anlatı, aşırı sağın yükselişinin temel nedeni olan 2008 ekonomik krizi sonrası oluşan koşulları saklamaktan başka bir şey yapmıyor.
2008 sonrası büyük bir krize giren dünya ekonomisi, 2010’ların başında Arap İsyanlarını ve İşgal Et hareketini güçlendirmiş, Wall Street gibi simgesel bir mekân radikal taleplerle işgal edilmişti. Bu sol dalganın güç kaybetmesinin ardından dünyanın birçok ülkesinde sağcı liderlerin ve alt-right olarak isimlendirilebilecek aşırı sağcı hareketlerin yükselişine tanık olduk. Aslında bu oldukça öngörülebilir ve tarihsel referansları olan bir durumdu. Ancak yöntemsizlikle malul liberaller, Arap İsyanlarını nasıl Twitter’ın bir sonucu olarak gördülerse, aşırı sağın yükselmesinde de aynı yolu izlemeye çalışıyorlar. Ama, yanılıyorlar. Yeni medya teknolojileri siyaseti değil, siyaset bu mecraları belirliyor. Algoritmalar, olsa olsa siyasetin bu yeni halini güçlendiren bir araç olarak işlev üstleniyor.
Bu biraz da Ruanda Soykırımı’nın baş sorumlusu olarak radyoyu gösteren, böylece Huti ve Tutsiler arasındaki gerilimi yaratan ve büyüten sömürge uygulamalarını gözlerden saklamaya çalışan anlatıyı akla getiriyor. Teknolojik belirlenimcilik liberaller için her zaman kullanışlı bir araç olarak ele alınıyor.
Filmin ideolojik söylemi, aşırı sağı bir tür sapkınlık olarak kodlar, bu konuda bir ahlaki panik yaratmaya çalışırken, kutuplaşma bağlamını devreye sokarak, asıl gelmek istediği yere ulaşıyor ve sıradan insanların siyaset yapmasını bir sorun olarak ortaya koyuyor. ABD’deki aşırı sağcıların eylemlerinden, Fransa’daki Sarı Yelekliler başta olmak üzere dünyanın birçok yerindeki haklı isyanlara geçiş çok hızlı oluyor. Belgeselin kurgu tercihleri, sokak siyasetini bir tür anomali olarak sunuyor. Oysa aşırı sağı güçlendiren, bu tür teknolojik tuzaklardan çok, zenginleri daha zengin, yoksulları daha yoksul yapan neoliberal düzen. Filmin yer verdiği birçok eylem de, sosyal medya eliyle manipüle edilen değil bu düzene karşı çıkan insanlar tarafından gerçekleştirilen eylemler.
2008 krizinin ardından alınan önlemler, bu krizin gerçekte bedelini ödeyen insanları değil neoliberal sistemi kurtarmaktan başka bir çözüm ortaya koymadı. Bu nedenle, bu sisteme derinden bağlı popülist sağcı liderler, yoksullaşan insanların öfkesini, kendilerinden farklı olan herkese, örneğin göçmenlere, Yahudilere, Romanlara ya da demokratlara yönlendirmekte zorlanmadı. Böylesi bir siyasi hattın kendisini sosyal medya mecralarında göstermesi de şaşırtıcı bir gelişme değil nihayetinde.
Sonuçsuz çözümler
Social Dilemma, sosyal medya hakkında, bugüne kadar birçok kez okuduğumuz eleştirileri, bizzat bu sektörün kuruluşunda yer almış insanların ağzından aktarması ve Shoshana Zuboff gibi bir isme yer vermesi açısından izlenmeye değer bir yapım. Ancak bütün bunlar, belgeselin, bu eleştirileri etkisizleştiren, büyük resmin peşinde olası tehlikeleri bir gösteri nesnesine indirgeyen, sokak siyasetini manipülasyonla özdeşleştiren ve eski şirket çalışanlarının pişmanlıklarına ve “kahramanlık”larına odaklanan anlatısı nedeniyle arka planda kalıyor. Burada da eleştirinin eleştirilenler tarafından sahiplenilmesi ve bu eleştirinin sınırlarının onlar tarafından çizilmesi amaçlanıyor.
Ortaya konulan sorunun çözüm yolu olarak yine sorunun kaynağı gösteriliyor: teknolojik çözümler ve devlet müdahalesi. Oysa Trump başta olmak üzere popülist liderler bu algoritmalarla sorun yaşamak bir yana onları daha etkili kullanmanın peşindeler. Cambridge Analytica olayında gördüğümüz gibi bu şirketler de liderlere karşı boş değil. Sonuç olarak, bahsi geçen iletişim sömürüsünün son bulması için daha radikal çözümlere ihtiyacımız var ve bu çözümlerin Social Dilemma’da bir saniye bile söz alamadığı bir gerçek.