Tayfun Atay
Takvanın ölümü
Nefs iktidardır, hırstır, arzudur, kıskançlık-çekememezlik-rekabettir, zenginliktir, kibirdir, gösteriştir, şatafattır, büyüklenmektir; her daim “Ben, Ben, Ben” demektir… Ve işte Menzil şeyhi Abdülbaki Erol’un vefatıyla günlerdir yaşananlara, ortaya çıkan görüntülere, sonrasında da söz konusu çevre içinde oğullar-arası “post” kavgasının önünün alabildiğine açılmasına bakarak karşımızda bir “devasa nefs” olduğunu söylemek yanlış olmaz. “Takva” üzere olmak ne kelime, boğazına kadar “masiva”ya, yani “yalan dünya”ya batmış bir nefsaniyetle karşı karşıya olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Nefsin insandaki kibrini kırmak şöyle dursun, nefsi kanatlandırıp uçurma marifetlerine şahit olduğumuzu söylemek yanlış olmaz.
Yönetmen Özer Kızıltan ve senarist Önder Çakar ikilisinin 2005 yapımı unutulmaz filmi Takva, günlerdir Adıyaman-Menzil’den Türkiye’ye yayılan görüntünün ne demek olduğunu anlama yolunda hem en çarpıcı hem de gayet rahat takip edilebilecek son derece akıcı bir kaynak olarak önerilebilir.
Halen izlememiş olanların seyir zevkini kaçırmama adına kaba saba, ama konumuzla ilintiyi de aksettirecek mahiyette filmle ilgili birkaç cümle sarf edelim: Karşımızda kendi halinde, dünyadan elini eteğini çekip Allah yoluna kendini adamış fakir-fukara, garip-gureba bir tarikat müridi Muharrem (Erkan Can) vardır. O, İslami/tasavvufi terminolojiyle “masiva”ya; yani “yalan dünya”ya, onun hayhuyuna sırtını dönmüş ve nefsini terbiye etme yolunda “takva” üzere; yani Allah korkusuyla dini akidelere azami dikkatle yaşamını sürdürmektedir. Evet, belki şaşıracaksınız ama bunları günümüz dünyasında; renk, ses, hareket, şaşaa ve şova boğulmuş bir hayatın içinde yapmaya çalışmaktadır!..
Bu şekilde sessiz-sedasız bir insan olarak, tevazu ve kanaatkârlık içinde ve tam da tasavvufi İslam’ın özü itibarıyla önerdiği üzere “bir lokma-bir hırka” diyerek tarikat faaliyetlerini sürdüren “Muharrem Efendi”ye masumiyeti ve güvenilirliği nedeniyle tarikatın şeyhi tarafından dergâhın “mali-ticari” işleri emanet edilir. Artık o zahitçe, kendisini tamamen ibadete vermiş bir hayat yaşama yolunda terk ettiği “yalan dünya”ya yeniden açılmak üzere, tarikatın o dünyadaki akçeli işlerini takip etmekle vazifelendirilmiştir.
Bu doğrultuda bir akış içerisinde Takva filmi bize halim-selim bir dindar insanın söz konusu “dünyevi/iktisadi” süreçte karşı karşıya kaldığı etkileşimlerde, dünya malına tamah etmeme hususunda ne kadar çabalarsa çabalasın kendisini en azından bilinçaltı düzeyde (rüyalarda) bundan alıkoyamayışını, sonuçta da ciddi bir ruhsal rahatsızlığın pençesine düşmesini son derece başarılı şekilde anlatır. Ancak esas anlatılmaya çalışılan, günümüz dünyasında herkesin gözünü kâr bürüdüğü, para-pul, sermaye ve piyasanın insan ilişkilerinde başat olduğu kapitalist yaşam biçimi koşullarında “masiva”dan uzak durabilmenin de mistik-manevi-uhrevi bir sufi yaşantının da takva üzere bir tarikat müritliğinin de imkansızlığıdır.
Takva’nın mesajı, günümüz koşullarında takvanın öldüğüdür.
Elbette bu dolaylı olarak tekkelerin-tarikatların da öldüğünü işaret etmektedir.
Bir “devasa nefs” olarak Menzil
Toparlayalım: Tarikat, Allah’a giden yoldur. Bu “yol”, takva talep eder, “masiva”yı reddeder. Takva, Allah’ın emirlerine sarılma, yasaklarından sakınma yolunda “masiva”dan uzak durmayı gerektirir. Çünkü “masiva”, insana Allah’ı unutturan “nefs”i besler ki tarikatın başlıca amacı da nefsin insandaki kibrini kırmaktır.
Nefs iktidardır, hırstır, arzudur, kıskançlık-çekememezlik-rekabettir, zenginliktir, kibirdir, gösteriştir, şatafattır, büyüklenmektir; her daim “Ben, Ben, Ben” demektir.
Ve işte Menzil şeyhi Abdülbaki Erol’un vefatıyla günlerdir yaşananlara, ortaya çıkan görüntülere, sonrasında da söz konusu çevre içinde oğullar-arası “post” kavgasının önünün alabildiğine açılmasına bakarak karşımızda bir “devasa nefs” olduğunu söylemek yanlış olmaz.
“Takva” üzere olmak ne kelime, boğazına kadar “masiva”ya batmış bir nefsaniyetle karşı karşıya olduğumuzu söylemek de yanlış olmaz.
Nefsin insandaki kibrini kırmak şöyle dursun, nefsi kanatlandırıp uçurma marifetlerine şahit olduğumuzu söylemek de yanlış olmaz.
Menzil A.Ş.
Bunları yıllar boyu ha bire yazdık. “Hepsi holding oldu” da dedik; “mürit artık müşteri” de dedik; şeyhle “râbıta”dan ziyade “şirketle râbıta” eden tarikatların karşımızda olduğunu da belirttik.1
“Rabıta” da tarikat İslam’ında bir başka merkezi kavram. Sözcük anlamı “bağ” ve tarikatta da bir müridin kalbini bir şeyhe/mürşide, onun yüzünü gözleri önündeymişçesine hissederek ve ruhaniyetinden yardım dileyerek bağlaması demek.2 Bu anlamda “râbıta”dan Menzil’in de bir parçası olduğu Nakşibendi tarikat geleneğinde “Râbıta-i Şerife”, yani “Şerefli Rabıta” olarak söz edilir.
Gel gelelim bugün Menzil’in de içerisinde yer aldığı Nakşi geleneğin parçaları, “Şerefli Râbıta”dan “şirketlerle râbıta”ya yol tutmuş haldeler. Bir tarikatın kolu olarak karşımıza çıkan oluşum (“cemaat”) aynı zamanda ulusal yayın yapan bir televizyon kuruluşunun, büyük bir tekstil firmasının, uluslararası bazda faaliyet gösterecek donanıma sahip bir hastanenin, tüm ülkede zincir oluşturmuş bir alışveriş markasının, uluslarüstü iş hacmine sahip bir finans kuruluşunun ve benzeri ekonomik ve ticari unsurların “rabıta”landığı bir yer artık…
Dolayısıyla karşımızda “Menzil” adı altında bir “imanî teşekkül”den ziyade bir “iktisadi teşebbüs” olduğunu söylemek daha uygun… Vefat eden Şeyh Abdülbaki’nin oğulları arasında “tövbe yenileme” adı altında kendini gösteren mürid paylaşım rekabeti, daha doğrusu “post kavgası” da bununla bağlantılı. Üstelik bu, ilk de değil. Şimdi vefat eden şeyhin abisi ve Menzil’in kurucu şeyhi olan, “Seyda” lakabı da orijinal olarak kendisi için kullanılmış Şeyh Muhammed Raşid Erol 1993’te öldüğünde de cemaat “Seyda”nın kardeşi Abdülbaki ve oğlu Fevzeddin Erol arasında ikiye bölündü. O zaman da post kavgası “takva”dan değil “masiva”dandı.
Sonuçta “Anaakım Menzil” olarak devam eden ve holdingleşmenin de merkezi olan Şeyh Abdülbaki’ye müntesip Semerkand kolu ile Şeyh Fevzeddin’in Eskişehir-Sivrihisar merkezli Buhara kolu ayrımı zaten vardı. Şimdi amcasının vefatıyla “Seyda”nın oğlu Fevzeddin bu “anaakım Menzil”in, kendisinin amca-oğulları arasında pay edilişine şahit oluyor, heyhat!..
Masiva Ya Hû!
İslam tarihinde tarikatlara giden sürecin başlangıcı sayılabilecek tasavvufa doğuş verdiği kaydedilen etmenlerden biri, Emeviler döneminde (661-750) İslam’ın sarayla, lüksle, ihtişam, şaşaa, şatafat ve zenginlikle hemhal hale gelmiş olmasıdır. Bu tablo karşısında saraydan-sultandan kaçıp halvette Allah’a sığınan zahitler ve sufilerin izinden gidenler tarikatları var ettiler.3
Şimdi bugün bu topraklarda da aynen o Emevi döneminde olduğu gibi İslam’ı sarayla, zenginlikle, ihtişamla, şaşaa-şatafat-kibirle hemhal kılmış bir iktidar tablosu var. Lâkin bu tablo karşısında tarikatlar bu defa saraydan kaçmak ne kelime, o saraya yaranma, sığınma, ram olma çabasındalar ve para-pul sermaye için hem birbirleriyle hem de kendi içlerinde amca-yeğen, kardeş-kuzen post kavgasındalar. Mahmut Hoca (Ustaosmanoğlu) öldüğünde Fatih-Çarşamba merkezli İsmailağa Nakşi Cemaati’nde de böyle olmuştu, şimdi Şeyh Abdülbaki Erol öldüğünde Adıyaman-Kahta merkezli Menzil Nakşi Cemaati’nde de öyle oluyor.
Demek ki “Atlas libas senin olsun/Bir dost bir post yeter bana” diyen “Evliyaullah”ın torunları hepimizde Yûnus’un “Mal da yalan mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan” deyişini yankılayan bir hırgür içerisinde aslında esasen tarikatların bittiği yerde olduğumuzu düşündürüyorlar.
Dolayısıyla günlerdir karşımızdaki görüntülere bakıp laiklik elden gidiyor endişesine kapılanları elbette anlamak gerek ama aynı görüntülerin, yukarıdaki değerlendirme çerçevesinde tarikatların elden gittiğini işaret eden bir yanı olduğunu öne sürmek de mümkün.
Baksanıza onlar için takva ölmüş, yaşasın “masiva”!..
_______________
1Derli toplu bir değerlendirme için bkz. T. Atay, Parti Cemaat Tarikat içinde “Holdingleşen Tekkeler” bölümü, Can yayınları, 2017.
2T. Atay, Batı’da Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği, Berfin Yayınları (2. Baskı), 2011, s. 129.
3Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaati, s. 129-130.