Memetcan Demiray
Sahi, 'ev' neresi?
Kimileri için sıcacık bir konut, güzel eşyalar ve rahat bir pijama... Kimileri içinse çoktan tarih olmuş Beyoğlu mekânları, 90'lar ve ilk gençlik yılları... Peki hayat boyu sürecek, anlamsız bir çaba olabilir mi "kalıcı yuva" arayışı?.. Üç büyük felsefeci; Bachelard, Bloch ve Arendt, hem dijital çağın akıl karışıklığına, hem de günümüz Türkiye'sine dair bazı ipuçları sunuyor.
Ev nedir? Bu soruyla henüz ilkokulda karşılaşırız. Resim derslerinde ev çizmesi istenen çocuklar derhal zemini yeşile boyar, üzerine bir kare ve bir üçgen kondururlar. Doğanın içine örülen dört duvar ve bir de çatı... Her şey gayet basittir ve resimdeki güneş ne kadar parlak olursa olsun, o evin bacası hep tütecektir!
Ama yaş ilerledikçe işler karışır. Şimdi evlenmek isteyenlerin hayali "pembe panjur"dur ve sosyalleşmek için eş, dost, ahbap lazımdır. "Ev alma, komşu al"... Yetişkin bireyin yeni şiarıdır. Çoluk çocuğa karışınca "nohut oda bakla sofa" dar gelecek, "daha büyüğüne çıkma" telaşı başlayacaktır. Kirası, taksidi, tamiri, eşyası yetmezmiş gibi evin bir de vergisi vardır! Yani devletler, asıl "mal sahibi"nin kendileri olduğunu hatırlatmaktadır!
Böylece evler, "kamu düzeni"nin beton üniteleri halini alır. Artık her ikametgâh bir denetim hücresidir. Sayaçlar, faturalar, tebliğler, modem ve IP adresleri... Postacı kapıyı iki kere çalar ama baskına gelen polis sizi adresinizde şıp diye bulmalıdır!
ÖZGÜRLÜK MÜ? HAPİSHANE Mİ?
İlk başta zahmetli gibi görünse de hayli prestijlidir "legal barınma"... Çünkü hem yeryüzünde işgal ettiğimiz alanı tapu ile garantiye alır, hem de yatırım aracıdır. En fakir bile "başını sokacak" bir dam bulmak zorundadır. Ya bulamayanlar? İşte onlar "sistem"in dışına çıkmış, birtakım "meczup"lardır. "Evsiz" (homeless) demek yağlı saçlar, idrar kokusu, açlık ve bir kaldırımda soğuktan donma tehlikesidir. Zavallılar... Kaybedecek tek şeyi eski bir battaniye ve tepelerindeki gökyüzü olanlar; kendini demir kafes, çelik kapı ve alarmlar ardına hapsedenler tarafından aşağılanmaktadır.
Hippiler için keza, en lüks "ev" fermuarı deniz ve ormana açılan bir çadırdır. Rock külliyatında ise "ev" genellikle uzaklarda bir yer, çoktan terk edilmiş esarettir. Bazen de yolun ta kendisine dönüşür. Motosiklet egzozu, asfalt ve ucuz bira kokusu ile nerede akşam, orada sabah... Çünkü "ev" özgürlük demekse özgürlük hareket edebilmektir.
Özgürlüğü bir üst noktaya taşıyan Alice Cooper, "ev" denince mutlak yalnızlığı anlar. O "münzevi kral" dilediğince küfür edebilir; isterse de günlerce yıkanmaz, kokar!
İÇİMİZDEKİ EV: ÇOCUKLUK ANILARI
Elbette Büyük Plinius'a atfedilen "Home is where the heart is... Kalp neredeyse ev oradadır" sözü de vardır ve yaklaşık iki bin yıl sonra "Büyük aşklar eve sığmaz" dizesiyle Özdemir Asaf da konuya müdahil olacaktır! Bu yönüyle "ev", bazen sevgilinin kucağı, bazen de uzak bir apartman dairesinde, loş bir gece lambasıdır.
Peki felsefi açıdan "ev" nedir? Philosophie Magazine'de bir yazı kaleme alan Vivian Knopf bu soruyu soruyor ve yanıtı üç büyük filozofun izinde arıyordu. Fransız fenomenolog Gaston Bachelard'a göre "ev", anılarımızın biriktiği ve saklandığı yer, yani çocukluk yıllarımızdı. Küçükken pencereden gördüğümüz sokak, oyun oynarken saklandığımız yatak ve kanepe altları, seyyar satıcılar ve mahallenin yankısı... Bize "güven" ve "sıcaklık" hissi sunan bunlardı. Ve o günleri özlememiz, sık sık rüyalarımızda görmemiz de "eve dönme" arzusundandı.
UMUT VEREN BİR YARININ İMKÂNI...
Ernst Bloch için de "ev" çocuklukta inşa edilen ama somut olmayan bir yapıydı. Yenisini kurmak için bir ömür çabaladığımız "özlem nesnesi"ydi. Geçmişten geleceğe uzanmaktaydı ve gerçekleştirilmesi, sadece bireysel çabaya değil, toplumsal pratiğe de bağlıydı. Marksist eğilimli filozofa göre ev, "umut veren bir yarın"dı.
Hannah Arendt ise "ev"i insanın özgür bir politik varlık olarak katıldığı kamusal alanın zıddı, aile ve mahremiyet ortamı olarak tanımlıyordu. Kendi dört duvarımız arasında, "öteki"nin yokluğunda dünyevi tehditlere karşı emniyetteydik. Bu işlevin yerine getirilebilmesi içinse sınırlarının birbirine karışmaması, tüketim toplumuna ait kaygıların bizi hiç değilse kendi mekânımızda rahat bırakması şarttı. Çünkü "özel alanı" eksik bir kişi, varlığından ve onurlu yaşamdan da mahrum sayılacaktı.
TÜRKİYE: HÂLÂ BİR 'EV' Mİ?
Ne kadar güzel cümleler... Tam da 21. yüzyılın refah ve demokrasi toplumları, değil mi? Batı'da Covid-19 ile "ev" yeniden keşfedildi, "seyahat" gelirlerinden umudunu kesen tüketim kapitalizmi, gıcır gıcır mobilya, yatak odası ve kahve makinesi reklamlarıyla "mutluluğu" kapımıza getirmek istiyor! Diğer yanda kendilerine yeni bir "yuva" bulmak için Akdeniz'de her gün onlarca mülteci ölüyor. Derken "kaçak göçmenler"e karşı ABD sınırına silahlı, robot köpek devriyeler yerleştiriliyor. Evet, bu gezegen bizim evimiz! Ama hiçbirimize nerede ve nasıl yaşamak istediği sorulmuyor.
Şu halde en azından bir ülkemiz olduğu için şükür mü etmeli? Beyoğlu'nun bitirildiği, Boğaz'ın beton bloklarla kaplandığı 20 milyonluk İstanbul'da anılarımız çoktan tarih oldu bile... Bachelard'ın "nostalji"sinin yerinde nargile dumanları tütüyor.
Aile sohbetlerinde tek konu ekonomi ve zamlar... Arendt'in "özel alanı" siyasetten geçilmiyor. Ve genç doktorların kasiyerlik yapmak için yurt dışına kaçtığı, Diyanet Holding milyarlar kazanırken cemevlerinin "iş yeri" sayıldığı bir coğrafyada Bloch'un "umut veren bir ortak yarın"ından söz etmek şimdilik pek mümkün görünmüyor.
Burada ya da İzlanda'da, Nepal'de, Uruguay'da... Çoğumuz "yersiz yurtsuz"uz ama farkında bile değiliz. Belki de hayatın tadını bir parkta çimlere uzanmış şarap içen "evsiz"ler çıkarıyor!