Aslı Kotaman
Kadınım… Ya çemberin içinde ya da dışındayım
Hikayelere tersten bakmak, onları söküp yeniden dikmek, onları dağıtmak, parçalamak ve parçaları yeniden birleştirmek gerekli… Hikayeleri sökmemize yarayan ve bize dayatılanı reddetmemizi, dilin içindeki küçük acımasız detayları anlamamızı sağlayan, yol gösterici çokça kitap var. Resim var, şarkı var, film var.
Aslında tarihe ilişkin okuduğum her metnin bir kurgu metni olduğunu, onları nasıl yorumladığımın ise her zaman içinde bulunduğum kültür ve çevre tarafından desteklendiğini biliyorum. Hatta bir kadın olarak her metinde kullanılan cinsiyetçi ifadeleri ayırmaya çalışmak, metnin kurucu yapısının hep çemberin içinde ya da dışında belirlenlendiğini göze alarak okumak da cabası.
Kristeva, çember sembolizminden bahseder. “Ataerkilliğin, kadınları sembolik bir düzen içinde, marjinal bir konumda görmesi ölçüsünde, onları bu düzenin sınırı olarak tanımlayabildiğini ve kadınları çemberin ne içinde ne de dışında olarak kurguladığı”nı söyler. Dolayısıyla tüm hikayelerin en başında size çizilen bir yol vardır. İçerisi ya da dışarısı. Bu sembolizmden yükselen her temsil, onu yaratan ideolojiyi besler, büyütür ve pekiştirir.
Gauguin, Tahiti, Teha’amana
Paul Gauguin, ismini duydunuz mu? Büyük ihtimalle, resimle çok ilgilenmeyenlerin bile duyduğu bir “egzotik ada” ressamı. Peki Teha’amana ismini duydunuz mu? Her ne kadar, Gauguin’in kitabında ve bu konuda çekilen “Gauguin: Voyage to Tahiti” filminde bu ikilinin romantikleştirilen bir hikayesine tanık olsak da gerçek buna yakın değildir.
Gauguin, Tahiti’ye gittiğinde neredeyse endüstrileşen, hızla şehirleşmenin eşiğinde bir adayla karşılaşır. Kadınlar modern giyimlidir. Oysa hayalinde hepsi yarı çıplak, yerel giysileri giyer. İlk evlenmeye niyetlendiği kadını, kadın yarı-beyaz olduğu için istemez. Öyle ya, o az sonra aşağıda anlatacağım bir vahşi ya da / ve de çocuksu güzelliğin peşindedir. Karısını ve çocuklarını bırakıp hayallerinin peşinden giden Gauguin adadayken eski karısına mektuplar yazmayı da sürdürür. Karısı geçimini sağlamak için Danimarka’ya ailesinin yanında dönmüş ve orada Fransızca öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Çünkü Gauguin hayallerinin peşinden gitmeyi ister ama dünyaya getirilen 5 çocuğun bakılmaya ihtiyacı vardır. Üstelik Gauguin, adalara doğru yola çıkmadan beraber yaşadığı sevgilisini de hamile bırakmıştır. Çok geçmeden Gauguin bir yemek arasında, 13 yaşındaki Teha’amana ile evlendirilir. Beyaz adamla evlenmek o dönem, geçimi sağlamak açısından önemlidir. Teha’amana gibi pek çok kız o dönemde yaşlı beyaz adamlarla evlendirilir. Hatta bu kadınların adamlardan fazlaca hediye talep ettiğine dair yazılar bile mevcuttur. Şımarıklık işte…
13-14 yaşındaki evliliklerin o dönem için ve o ada için alışıldık durumlar olduğu yazar. Bu evlilikler bağlayıcı da değildir. İsteyen evliliği bitirebilir. Örneğin, sonrasında iki evlilik daha yapar Gauguin, 13 ve 14 yaşlarında iki kızla. Tüm eşlerine frengi bulaştırdığı düşünülen Gauguin, Fransız Polinezyasına ilk seyahatinin ardından Paris’e döner. Yeniden adaya geldiğinde Teha’amana’nın tekrar onunla evlenmek istememesinin sebebi ise bazı kaynaklarda frengiyle ilişkilendirilerek anlatılır.
Gauguin’in kirli iç yüzü
Gauguin’n anlattığı adanın aslında var olmadığı da bilinir. O William Hodges’ın karşılaştığı hayatla karşılaşmaz. İsveçli bir antropolog, adanın o dönem içinde bulunduğu koşullarla Gauguin’in yansıttığı egzotik yaşam arasında bağ bulamaz. Gauguin, kafasında yarattığı miti çizer. Bu mit daha çok satabileceği bir fikir midir? Ya da sanat tarihçisi Mathews’ın söylediği gibi kendi yarattığı mite inanan ve gerçekliğin düş kırıklığına küsen bir adam mıdır?
Nancy Mowll Mathews “Paul Gauguin: An Erotic Life” kitabında, Gauguin’in aslında kim olduğunun hiç sorgulanmadığını, çoğumuzun kurgulanmış bir hikayeyi ezbere anlatarak ilerlediğini anlatıyor. Bu kitapta ,Gauguin’in karısına psikolojik şiddet uyguladığı ve tacizkar davranışlar gösterdiğini okuyabiliyorsunuz. Oysa kendi yazdığı kitap bambaşka. Dahası ünlü resmi, Manet’ın “Olympia” resmine göndermeler barındıran “Ölülerin Ruhu” resmini çizerken, eşine mektup yazar. Bir kızı resmettiğini, onun uzak ve masum tavırları ile başka bir dünyadan olduğunu anlatır, genç kızın üzerine konuşur ama bu kişinin karısı olduğunu söylemeyi unutur. Büyük ihtimalle adaya giderken karısına yazdığı mektupları, “yeniden mutlu olmak, beraber olmak umuduyla” diye imzaladığı için…
Teha’amana hakkında çok az şey biliyoruz. Hatta ona ait olduğunu düşündüğümüz bir fotoğrafın, ona ait olup olmadığını bile aslında bilmiyoruz. Gauguin’in Paris’e dönüşünün ardından, kendi çevresinden, adalı bir erkekle evlendiğini ve çocuk sahibi olduğunu ve Gauguin geri döndüğünde onu istemediğini biliyor ve bu minik satır aralarından bir hikayeyi tersten okumaya gayret ediyoruz.
Eril tarihin kadın tasviri
“Tarihin Cinsiyeti” kitabında Fatmagül Berktay’ın, kadın imgesinin doğuda ve batıda nasıl kurgulandığını anlattığı bir bölüm vardır. “Gaflet: Modern Türkçe Edebiyatının Sinir Uçları” kitabı da bu alanda iyi bir derleme. Berktay hocaya göre, erkek kültürü, kadınları bir karanlık bir de aydınlık olarak betimler. Onları çoğunlukla doğayla ilişkilendirir ama vahşi ve çocuksuluk fikri üzerinde. Kadın ya karanlık güçlere sahiptir, büyücüdür, cadıdır. Ya da kadın, bedenine yüklenen aşırı cinselliğin sonucunda hayvansılaşır. Doğaya yaklaşır. Kibele’nin yoldaşı aslandır. “Diyonisos rahibeleri vahşi hayvan yavrularını emzirir, Medusa’nın kendisi yarı yarıya yılandır.” Bir kadını olması gerektiğinden fazla seven erkek bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu doğaya yaslanan kadın imgesi de gücünü aynı karanlık tasvirler gibi, bilinmezlikten alır. Bilinmezliğe dayanan eril korkudan. Dolayısıyla erkek, kültürü ile kadını ehlileştiren, onu dizginleyene dönüşür birden. Erkeğin çizdiği sınırların dışına çıkarsanız o zaman bilinmezlik korkusu, kadını kimi zaman vahşi kimi zaman çocuksu yapabilir.
“Tarihin Cinsiyeti” kitabını okurken kadının kültürel temsilinin, binlerce yıldır sizi ya çemberin dışında ya da içinde olmaya zorlayan bu yapının, ne olduğunu düşündüm durdum. Umutsuzluk mu? Asla. Hayat her gün bir mücadele.
Gauguin’n hikayesini bu anlattıklarıma yerleştirdiğinizde ortaya bir şablon çıkıyor. “Bir klişe figür yaratılması için belirli bir figürün popüler zihinde derin bir iz bırakması gerekir” demiş edebiyat tarihçisi Mario Paz. Yaratılan arketipleri ne çemberin dışında, ne de içinde kalarak okumanın mümkün olabildiği başka okumalar mümkün mü? Elbette mümkün. Bu konuları çalışan, hikayeleri sökmemize ve bize dayatılanı reddetmemizi, dilin içindeki küçük acımasız detayları anlamamızı sağlayan, yol gösterici çokça kitap var. Resim var, şarkı var, film var.
Çemberin içine de dışına da selâm olsun!
Matisse’in karısını çizdiği bir resmi hatırlatmak istedim. Hafızam beni yanıltmıyorsa Collioure isimli küçük bir Fransız kasabasında, İspanya’nın sınırında şu an tatil beldesi olan bir yerde çiziyor bu resmi. Resmi tüm hikayeye odaklanmadan anlatmak istiyorum. Matisse ve karısının ilişkisi, ressamın diğer ilişkileri, resimleri bunların tümünün dışında bir ana odaklanmak, sadece bir anlığına pencereden bakmak ve gördüğümü paylaşmak istiyorum. Ressamın “Suyun Kenarındaki Japon Kadın” resminde farklı okumalara imkan verecek bir renk hazinesi ile karşılaşırız. Ne bir yerin içinde, ne de dışındadır bu kadın. Onu bir an fark edemeyebilirsiniz. Fark ettikten sonra ise doğayla bir bütün olabilme biçiminin Gauguin’in vahşi ve çocuksu kadın mitinden ne kadar uzak bir yere düştüğünü anlarsınız. Kayaların üzerinde oturur. Belki eteklerine dalgalar vurur. Resimler bizim yeni hikayeler yaratabilmemiz için müthiş hazinelerdir. Noktalarla yapılan çerçeveyi, çerçeve kullanılmadan objelerin detaylarının verilebileceğinin daha pek çok örneğini verir Matisse ileriki yaşlarında.
Hepimizin hikayeleri farklı okumaya, bir arketipe saplanıp kalmadan yeni hikayeler türetmeye ihtiyacımız var. Ben kendi adıma bana anlatılan her hikayeyi sorgulamayı, onu didik didik etmeyi kadın olmama borçluyum. İyi ki kadınım! Yeni hikayeler türetebilmek için bu gücü yılların bana verdiği deneyimle kolayca buluyorum.
Çemberin içinde, çemberin dışında kalmış, çemberin ne içinde ne dışında kalamamış, kendine bir türlü bir çemberde yer bulamamış, tam çizginin üzerinde yer aldığından nereye ait olduğunu bir türlü kestirememiş, çemberin içinde olmayı çok önemseyen, çemberin dışında olmayı düstur edinen ve nerede konumlandığı ile zerre ilgilenmeyen bütün kadınlara selam olsun!..