Aslı Kotaman
Hatırlamasak bile imgeler sağ kalır
Kaybettiklerimizi hatırlama biçimimize itirazım var. Teyzemin bana, “Gençliğinin kıymetini bil, hayat çok kısa, bir gün geliyor, yaşlanıyorsun” dediği an, zihnimde capcanlı. Oysa ben şimdi, tam da şu ânın içindeyken, o ânı, sadece üzülerek hatırlayabiliyorum.
Beş sene oldu. Ne yaparsak yapalım hiçbir hikayeye başından başlayamayız anlatılarda. Dolayısıyla beş sene oldu derken aslında bir yas sürecinin başlangıcına vurgu yapmış oluyorum. Ama bir hayata değil. Oysa kaybettiklerimizi hayatla hatırlamak daha güçlü kılıyor insanı.
Kaybetmek hayatımızın merkezinde. Doğduğumuz günden beri kaybettiklerimizle var oluyoruz. Bu kayıplarla yaşamayı düşe kalka öğreniyoruz. Her kahramanın yolculuğunda olduğu gibi değişiyor ve dönüşüyoruz bu süreçte. Kaybı yaşayan insan, asla bir önceki haline geri dönemiyor artık. Dolayısıyla bugün hatırladıklarımız artık, kaybı yaşayan insan olarak hatırladıklarımız. Özlemle, pişmanlıkla, üzüntüyle hatırladıklarımız. O ânı yaşarken belki de hiç var olmayan duygularla, o âna geri dönüyoruz hatırlarken.
Gittiğin günü anlatsam, ve o günden başlasam hikayemize, o güne nasıl geldiğimizi anlatmamış olurum. Kapıdan içeri girdiğinde odaya yayılan mis gibi kokuyu anlatsam, evinin merdivenlerini çıkarken ne kadar yorulduğumu anlatamam. Naneli ince çikolatayı keşfettiğinde, gözünde oluşan parıltıyı anlatsam, belki 25 sene önce gittiğimiz o tatilde giydiğin kırmızı çiçekli elbiseye olan hayranlığımı anlatamam.
Oysa zihnimiz, bizi hep bu dolambaçlı yollara sokar. Her şey iç içe geçer düşünürken… Kelimeler anlamlarından taşar, bir bulut olur. Bazen dağılır, bazen üzerine dolu dolu yağmur yağdırır. Kayıplarla baş etmeye çalışırken, başı olmayan bir hikayeye bir son bulmaya çalışırız. Bu çaba nafiledir.
Camus, Yabancı’ya başlarken
“Annem bugün ölmüş, ya da dün, tam hatırlamıyorum” diyordu. Zorba’da Kazancakis, “Onu ilk kez Pire’de tanıdım” diye başlamıştı kitaba. Virgina Woolf, “Mrs. Dolloway çiçekleri kendi alacaktı” diyecekti. Jane Eyre için, o gün yürüyüş yapmanın imkanı olmadığını hemen anlar, Emma Woodhouse’un güzel, zeki ve varlıklı bir kız olduğunu bilerek okumaya başlarız.
Yeni biriyle tanıştığımızda en başta onun hakkında çok az şey biliriz. Ama bizden önce bir hayatı vardır ve bir geçmişi olmalıdır. Ne kadar yakınlaşırsak yakınlaşalım, onun hikayesinin nerede başladığını bilemeyecek olsak da, sürece tanıklık ederiz. Bu tanıklıktır ilişkimizi tanımlayan. Ne başlangıç ne de son. Ama bir yolculuk. Yolunuz bir yerde kesişir. El ele tutuşursunuz. Ardından eller çözülür ve ayrı yönlere doğru ilerlersiniz. Ama hayat devam eder, bir değişim yaşanır ve siz durmazsınız.
Kayıplarda ise ilerleme durur. Eller ayrılır. Bir süre, hayatın içinde asılı kaldığınız bir boşluk anı oluşur. Ardından kaybettiğiniz kişi ile birlikte yaptığınız yolculuğu hatırladığınızda artık anılar hem üzerilerinde, taşıyamayacakları, onlara ağır gelen çokça yükle gelir. Hep bir bitişle başlatırız hikayemizi. Onunla ilgili hatırladıklarımız hep o kayıp gününün sonundan başlar.
İtirazım biraz buna…
Her daim hayat dolu olan teyzemin bu özelliğini artık nemli gözlerle hatırlayabiliyor olmaya itirazım var. Buna üzülüyor ve başka yöntemler arıyorum. Hep aynı bakış açısıyla, aynı kadrajın içine hapsolmaya itirazım var. Silkinerek ölümü değil, yaşamı hatırlamak istiyorum. Akira Kurosawa’nın “Düşler” filmindeki cenaze sahnesini düşünün. Gideni, yaşadığı hayatı kutsayacak şekilde, bir kutlamayla uğurlamak. Şenlikli, müzikli bir anma. Keşke hatıralarıma da söz geçirebilsem!..
İlişkilerdeki tanıklıklar, bana kalırsa sanat yapıtındaki ritimlere benzer. Yükselen, alçalan, coşan ve sünen tanıklık anları. İnsanların hayatlarının kesişip ayrılması, yakınlaşıp uzaklaşması, paylaşılan anların azlığına ya da çokluğuna bakmaksızın tanıklıktır. Biz hayatımıza devam ederken, bizim elimizi bırakıp giden sevdiğimizle ise yaşadığımız bir tanıklık sürecine benzemez. O bir bitiş gibi gelir bize. Oysa hikayeler bitmez demiştik. Tutamadığımız el, bize acı verir. Oysa sevmek sahiplenmek değildir demiştik.
Dertleşemediğim teyzem, yaptığın yemekleri özleyeceğim! Beraber geçirdiğimiz şenlikli günleri, upuzun sofralarımızı, bayılarak sürdüğün krem ve parfümlerini, camdan el sallayışını, bazen coşkunu anlatamayışını, tokuşturduğumuz kadehleri özleyeceğim!.. Ama bu bir son değil. Bizim hikayemizin nasıl bir başlangıcı yoktuysa aslında sonu da yok. Ölüme bir son gibi baktığımda bu benim canımı daha da acıtıyor. Ne olur, öyle bakmayalım!..
Teyzemi ilk nerede gördüğümü, onun teyzem olduğunu nasıl bildiğimi hatırlamaya çalıştım. O Âna sonradan bir isim koymak ne zor. Arkadaşlarımızla nerede tanıştığımızı, sevgilimizle ilişkimizin nasıl başladığını biliyoruz. Ama ailemdeki insanlarla ilişkimin ne zaman başladığını, ne zaman onların benim yakınım olduklarını bilmiyorum. En eski hatırlayabildiğim anım, ilk okula uzanıyor. Okula gitmek istemiyorum. “Galiba çok ateşim var” diyerek yatakta uzanmışım. Kapı çalınıyor. Teyzem geliyor. İçeriden annemle konuşmalarını duyuyorum. “Bir anda oldu” diyor annem. “Sen git bir bak, ben ona yiyecek bir şeyler hazırlıyorum.” Tam hatırlama anımın kendisi gibi bulanık, evdeki birçok gürültüye kurban giden bir konuşma bu. Çamaşır makinesinin sesi, radyo, arabanın kornası, kalorifer borusundan gelen su sesleri. Hepsinin arkasından bu konuşmayı duyuyorum. Yanıma geliyor teyzem, alnıma dokunuyor. Anım bu kadar. Öncesi ve sonrası yok. Bir an bu. Sadece bir tanıdık an…
Başka bir gün matematik dersinden çıkıyorum. O zamanlar migrenim olduğunu bilmiyorum. En yakındaki ev teyzemin. Koşa koşa gidiyorum eve. Teyzem, kuzenim kapıyı açıyorlar. “Ah” diyor teyzem. “Mis kokulum gelmiş”. İçerideki yatağa yatıyorum. Kuzenim yanıma geliyor. Bana eğiliyor. “Annemin dediği kadar var, çok mis kokuyorsun kuzenim” diyor. Sonra yine bir telefon konuşması, az çok hatırladığım. Uyumuş olmalıyım. Ardından annemle babamın salondaki seslerini duyuyorum, beni almaya gelmişler.
Duyguları paylaşmak
Son zamanlarda tartışma ve anlatmanın eksenini çoğunlukla düşüncelerimiz oluşturuyor. Ya da düşünceye dayandığını sandığımız kanılar. Oysa bana kalırsa, duygularımızı konuşmaya, onları anlatmaya daha büyük bir ihtiyaç duyuyoruz. Başı sonu olmayan hikayelere, hatırladığımız kadarını paylaşmaya, ucu açık kalsa da o anların yaşanmış olduğunu tekrar tekrar hatırlamaya ihtiyacımız var.
Bergson onları hatırlamasak bile imgelerin sağ kaldığını söyler. Hatırlanmasalar bile bir toz olup uçmuyorlar, sadece üzerleri belleğimizin kumları ile örtülüyor. Bir kağıdın üzerine koyduğunuz kumu yakın bir mesafeden hafifçe üflereseniz kumların bir kısmı uçuşacak ama bir kısmı kağıdın yüzeyinde kalacaktır. Bunu tekrar ve tekrar yaptığınızda, aynı sonuçla karşılaşır ama farklı kum tanelerini uçuşturursunuz. Kaybettiklerimizin anılarının üzerindeki o baskıyı bu sebeple kaldırmak istiyorum. O anılara farklı farklı yerlerden bakmaya ihtiyacım var.