Emre Tansu Keten
Hangi tarih? Hangi tekerrür?
“Tarih Tekerrür” videosu şu sıralar gündemde. İki günde iki milyona yakın izlenmeye ulaşan, Twitter ve Ekşi Sözlük gibi mecralarda üzerine yoğun tartışmalar çevrilen bu video da, baştan söylemek gerekirse, bir sene önceki eleştirilerden muaf değil.
Erdoğan’ın çevresindeki kimseye güvenmemesi, bütün kurumları liyakatsiz ama kendisine sadık insanlarla doldurması, ekonominin de bu nedenle tepetaklak olması mantıken devamında geliyor zaten. Yani bir sene önce “sakın kader deme” diyenler, bu sefer kaderin başrolde olduğu bir kurguyla Erdoğan’ın kurban olduğu bir senaryo yazıyorlar. Türkiye’yle birlikte Erdoğan’ı da kurtaracak olanlar tabii ki liyakat sahibi yeni liderler bu senaryoda.
Bundan yaklaşık on sene önce yola yurttaş gazeteciliği platformu olarak çıkan, sonrasında kısa belgeseller olarak anılabilecek videolarla takipçi kitlesi kazanan 140 Journos, geçen sene bu zamanlarda Ali Babacan’ın siyasi kariyerini konu alan “Sakın Kader Deme” isimli bir video yayımlamıştı. Youtube’ta üç buçuk milyonu aşkın bir izlenme rakamı yakalayan bu videonun ardından, 140 Journos’un bu çalışması, başta gazeteciler ve akademisyenler olmak üzere, birçok eleştiriye maruz kalmıştı.
Ben de, Pencere Pazar’da yazdığım bir yazıda, bu videonun gazetecilik ilkelerinin yanı sıra bir belgesel filmin sahip olması gereken duruşun da dışında olduğunu, bu haliyle videonun sadece Babacan için üretilmiş bir PR çalışması olarak ele alınabileceğini savunmuştum.
Ekip, bu filmden sonra Demirtaş ve Perinçek’i konu alan başka videolar hazırladı ve bunları, herkese eşit mesafede olduklarını kanıtlamak için de ön plana çıkarttı. Oysa bu videoları izleyenler, Babacan videosuyla bunların arasındaki niyet farkını çok kolay fark edebilirdi. Çünkü, burada eleştirilen, ekibin Deva Partisi’ni desteklemesi değil, para veya başka türlü çıkarlar doğrultusunda, kendi platformunu, dilini ve zanaatını araçsallaştırmasıydı.
Hangi tarih?
Tartışma yaratan “Sakın Kader Deme” videosundan bir sene sonra aynı ekibin yayımladığı “Tarih Tekerrür” videosu şu sıralar gündemde. İki günde iki milyona yakın izlenmeye ulaşan, Twitter ve Ekşi Sözlük gibi mecralarda üzerine yoğun tartışmalar çevrilen bu video da, baştan söylemek gerekirse, bir sene önceki eleştirilerden muaf değil.
Öncelikle kurgunun çok basit mesajı var: Ecevit’in başbakan olduğu dönemde patlayan ekonomiyi AKP iktidarı düzeltti. Bunu da Kemal Derviş’in, teknokrat bir anlayışla aldığı, önlemleri devam ettirerek ve bunları daha da nitelikli hale getirerek yaptı. Bu süreçte, ekonomik kurumlar başta olmak üzere bütün kurumlar liyakatli kişilere teslim edildi ve bu liyakatli kişiler o kadar iyi kararlar aldı ki, 2000’lerin sonunda kendi istekleriyle (büyüme konusunda) frene basmayı bile tercih etti.
Türkiye ekonomisinin bu “rüya” yıllarının betimlenmesi, aslında kurgunun en önemli, en “çalışılmış” kısmını oluşturuyor. Bir tanesi Deva Partisi yöneticisi olan, yorumcuların ağzından aktarılan bu yıllarda, ekranda sürekli bir şekilde Ali Babacan’ın görüntüleri dönüyor. Kurumsal yapının öylesine güçlü olduğu bin kez tekrarlanırken, Türkiye ekonomisine altın yıllarını yaşatanın Babacan olduğunu anlamamızı istiyorlar.
İşlerin ters gitmeye başladığı yıllara gelindiğinde de, bir yabancı yatırımcı, Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in yerine Yiğit Bulut’un getirilmesinden söz ediyor. Liyakatli kişilerin yönetimindeki kurumsal yapı çatırdamaya başlıyor. Peki neden?
Mağdur Erdoğan
Kurguya göre bunun nedeni, o zamana kadar birçok cesur ve doğru hamle yapmış, siyaset ile diğer alanları başarıyla birbirinden ayırmış Erdoğan’ın FETÖ ve Geziciler tarafından aynı anda saldırıya uğraması ve kendini korunmacı ve şüpheci bir siyasi olağanüstü hale hapsetmesi. Burada kabul etmemiz gereken, Erdoğan’ın aslında baştaki reformcu kimliğinden kendi isteğiyle ayrılmamış olduğu, tek adamlığa mecbur bırakıldığı, Türkiye’nin makus talihinin Erdoğan gibi demokrat bir liderden bir tek adam yarattığı.
Hal böyle olunca, Erdoğan’ın çevresindeki kimseye güvenmemesi, bütün kurumları liyakatsiz ama kendisine sadık insanlarla doldurması, ekonominin de bu nedenle tepetaklak olması mantıken devamında geliyor zaten. Yani bir sene önce “sakın kader deme” diyenler, bu sefer kaderin başrolde olduğu bir kurguyla Erdoğan’ın kurban olduğu bir senaryo yazıyorlar. Türkiye’yle birlikte Erdoğan’ı da kurtaracak olanlar tabii ki liyakat sahibi yeni liderler bu senaryoda.
Oysa, Telekom ve Tekel başta olmak üzere devasa kamu iktisadi teşebbüslerinin bu dönemde özelleştirildiğini, buna karşı direnen işçilerin karşısına polisin dikildiğini, 2002'de en zengin yüzde 10'un servet dağılımındaki payı yüzde 67 iken, bunun 2011'de yüzde 74, 2018’de yüzde 81 olduğunu basit araştırmalar yaparak bulabiliriz. Yani, küçük bir kesimin çok daha zengin, büyük bir kesimin çok daha fakir olduğu bir düzeni yaratan politikaların tam da bu “altın çağ” diye parlatılan dönemde şiddetle uygulandığını, şu an egemen olan ekonomik düzenin, parlatılan o dönemki düzenle kategorik olarak hiçbir farkının olmadığını anlayabiliriz. Hatta literatürde buna neoliberalizm deniyor.
Ama 140 Journos, kurtarıcımızı yakın tarihimizden çıkartıp önümüze koymayı tercih ediyor, tabii ki kendi yazdığı tarihten.
Hangi tekerrür?
Videonun ilerleyen kısımlarında, Türkiye ekonomisinin ve genel olarak siyasi havasının bugünkü resmi çiziliyor. Gençlerin umutsuzluk sarmalından çıkamadığı, işsizliğin alıp başını gittiği, yoksulluğun had safhaya ulaştığı, pahalılığın artık yakacak cep bulamadığı koşullar, tabii ki gerçeğe tekabül ediyor. Rasim Ozan Kütahyalı bu bölümde, Erdoğan’ın da bu koşullardan memnun olmadığını söylüyor ve herkesi şaşırtarak, ucundan da olsa AKP’yi eleştiriyor.
Diğer birkaç yorumcunun gerçeği ortaya koyan sözleri olsa da, kurgu Kütahyalı’nın anlattıkları doğrultusunda şekilleniyor. Yani Türkiye’nin bir makus talihi var, Erdoğan bunu yenmeye çalıştı ama başaramadı ve işler yine 2002 öncesindeki haline geri döndü. Yine 2002’dekine benzer bir kriz içerisindeysek, bunun çözümü denenmiş, ortada zaten. İçlerinden yeni bir tek adam çıkana kadar bütün yönetimi liyakat sahibi (neo)liberal siyasetçilere verelim!
Ancak, işlerin 2002’deki gibi olmadığı da, o dönemki siyasal düzenle şu anki siyasal düzen arasında çok benzerlik olmadığı da ortada. Erdoğan’ın kurduğu rejime birçok farklı isim verilse de, bu dönemin kendinden öncekilerden birçok açıdan farklı olduğunu hemen herkes teslim ediyor. AKP kendi düzenini sürekli bir olağanüstü hal ile devam ettirmeyi tercih ederken, liberal muhalefet ille de bu olağan bir düzen demekten vazgeçmiyor. Şu anki ekonomik koşulların sadece kötü yönetimle alakası olmadığını anlamak için Bahadır Özgür ve Çiğdem Toker’in yazılarını okumak bile yeter. Oysa videonun kurgusu, AKP’nin bu topluma ettiklerini sadece kötü ve liyakatsiz bir yönetimle sınırlıyor. Ecevit ile Erdoğan’ı kıyaslamanın başka bir açıklaması olamaz herhalde.
PR’a devam!
“Tarih Tekerrür”ün yayımlanmasından iki gün sonra Ali Babacan, videonun altına yorum olarak şunları yazdı: “Buraya yorumları okumaya gelmiştim ama yazmadan duramadım. (...) 2001-2002 ekonomik krizini ekibimizle beraber çözdük. 2008-2009 küresel krizini en az etkiyle atlatarak ülkemizin tarihi rekorlar kırdığı dönemde de ekonomi yönetiminin başındaydık. İnanın, üstümüze çöken bu kara bulutların hepsi kolayca dağılır.”
Aslında bu yorum 28 dakikalık videonun özeti niteliğinde olmuş ve bu videonun neden “Sakın Kader Deme”nin bir devam filmi niteliğinde olduğunu gayet iyi bir şekilde açıklıyor. 140 Journos, kendisine yönelik eleştirilere kulağını tamamen kapattığını ve girişimci gazeteciliğin kârlı yollarında yürümeye devam edeceğini de duyurmuş oluyor böylece.
Wendy Brown, günümüzü anlamak için “bu durumu doğuran ekonomik koşulları ve kalıcı ırkçılıkları değil, neoliberal siyasal kültürü ve özne üretimini de kavramak gerekiyor” der Neoliberalizmin Harabelerinde isimli kitabında. Bu açıdan bakıldığında, bu videonun söylemini kuran siyasilerle, bu videoyu üretenler arasında bir açı farkı yok. Diğerlerinin makro alanda yarattığını, kendi mikro alanında yaratmaya çalışan girişimcilerden oluşuyor 140 Journos. Neoliberal öznenin ise ne siyaset, ne ekonomi, ne de gazetecilik alanında yeni bir şey üretecek, yeni bir şey söyleyecek, dertlere derman olacak bir kapasitesi yok. Ayrıca, neoliberalizm de makus talihimiz değil.